Röportajlar

ÖNDER APO’YA ZİLANCA KATILALIM ÖZGÜRLÜK SAVAŞIMIZI ZAFERLE TAÇLANDIRALIM!

Duran Kalkan

Soru-1) Komplonun başlangıç tarihi olan 9 Ekim 1998’e gelindiğinde Dünya, Bölge ve Kürdistan’da nasıl bir siyasi-askeri tablo vardı?

Öncelikle 24 yıldır uluslararası komplo saldırısına karşı tarihin en büyük ve anlamlı direnişini yürüten Önder Apo’yu saygıyla selamlıyorum. Uluslararası komploya karşı “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla Önder Apo etrafında ateşten çember oluşturan kahraman şehitlerimizi, bu direnme sürecini başlatan Halit Oral ve Aynur Artan yoldaşlar şahsında saygı, sevgi ve minnetle anıyorum.

Komploya karşı Önder Apo etrafında kenetlenerek özgürlük mücadelesini en ağır koşullarda ve her türlü bedeli ödeme temelinde yürüten, ağır acılar yaşayan ama Önderlik çizgisinden ve Özgür Yaşamdan asla vazgeçmeyen Kürt halkını kutluyorum. Komploya karşı yürütülen bu tarihi mücadelenin mutlaka zaferle sonuçlanacağına ve bu temelde Önder Apo’nun fiziki özgürlüğüyle Kürt halkının, kadınlarının ve gençlerinin özgür yaşamının sağlanacağına yürekten inanıyorum.

Kuşkusuz 20’nci yüzyılın son çeyreğinin en önemli olayı 9 Ekim 1998 tarihinde başlatılan uluslararası komplo saldırısıydı. Zaten komplo saldırısını yürüten ya da bir düzeyde bu saldırının içinde olan birçok çevre Önder Apo’yu, 20’nci yüzyılın son devrimcisi olarak tanımlamıştı. Dolayısıyla tarihe yön veren Devrimci liderler, önderler, komutanlar, savaşçılar ortaya çıkmış ve insanlık değerlerinin oluşumuna katkıda bulunmuştur. 20’nci yüzyıl daha şimdiden tarihlere büyük devrimler yüzyılı olarak geçmiştir.

Bu büyük devrimsel harekete karşı, 20’nci yüzyılın son çeyreğinin genel bir karşı devrimci saldırı olarak da tanımlandığı bilinen bir gerçektir. Yüzyılın ilk çeyreğinde ve ortasında yaşanan devrimci gelişmeler, aynı yüzyılın son çeyreğinde tasfiye edilmişlerdir. Tarih yapan devrimciler bu sefer tarihten silinmek istenen kişilikler haline getirilmişlerdir. Bu sürece karşı çıkan, yüzyılın devrimci karakterini Kürdistan’da Özgürlük Mücadelesini geliştirerek ısrarla sürdüren önder kişilik, Önder Abdullah Öcalan olmuştur. Bu bakımdan da yüzyıl tamamlanmadan bu karşı devrimci güruh Önder Abdullah Öcalan’ı da imha ve tasfiye ederek 20’nci yüzyılın büyük devrimler yüzyılı olma gerçeğini tarihe gömmek istemişlerdir. Dolayısıyla uluslararası komplo gerçeğini ve komploya karşı yürütülen mücadelenin tarihi önemini öncelikle bu çerçevede ele almak ve değerlendirmek gerekir.

Bilindiği gibi 20’nci yüzyılın başlangıcı yoğun bir silahlanma ve onun getirdiği Birinci Dünya Savaşı olmuştur. Kuşkusuz Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli olayı da 1917 yılında gerçekleşen Rus Devrimi’dir. 20’nci yüzyıla, dünya genelinde Lenin öncülüğünde gerçekleştirilen bu devrim damgasını vurmuştur. 20’nci yüzyılın sonları da bu devrimci gelişmenin çöktüğü, çözüldüğü, tarihe gömüldüğü bir süreç olmuştur. Bu da Üçüncü Dünya Savaşı dediğimiz süreç olarak gelişmiştir. 20’nci yüzyılın sonunda Üçüncü Dünya Savaşı kapsamında gelişen en önemli olayın da Önder Apo’ya yöneltilen uluslararası komplo saldırısı olduğunu rahatlıkla belirtebiliriz.

Aslında 1917 Rus Devrimi’yle küresel düzeyde işçilerde, emekçilerde, kadında ve gençlerde oluşan özgür yaşam umudu Önder Apo’ya yöneltilen uluslararası komplo saldırısıyla söndürülmek istenmiştir. Bunlar çerçevesinde 9 Ekim 1998 uluslararası komplo saldırısının başlatıldığı süreçte genel askeri-siyasi durumun özelliklerinin neler olduğunu değerlendirmek için genel planda bir bütün olarak 20’nci yüzyıl gerçeğine ve onun özelliklerine bakmak, daha dar ve özel planda ise 1990 başında Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ve çöküşüyle başlayan süreç temelinde bakmak gerekiyor.

Bilindiği gibi 20’nci yüzyıla damgasını vuran 1917 Rus Devrimi’nin ortaya çıkardığı Sovyetler Birliği Sistemi, 1990 başında kendi iç çelişkileri temelinde çözülmüş ve çökmüştür. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ile içine girilen ve adına soğuk savaş denilen sürecin sonu bu biçimde Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ve çöküşü olmuştur. Birçok çevre bu olay gerçekleştiğinde bunun ABD’nin büyük zaferi olduğunu değerlendirmiştir. Hatta bu temelde ABD’nin Dünya İmparatorluğu kuracağını düşünen ve ifade eden siyasi liderler de görülmüştür.

Bütün bunlara karşı Önder Apo’nun değerlendirmeleri çok daha farklı olmuştur. Önder Apo bu görüşleri doğru bulmamış, tersine “çözülen ve çöken Sovyetler Birliği, başarısız kalan ve gerileyen ABD olacaktır” demiştir. ABD’nin gücünün Sovyetler Birliği’ne karşı mücadele içinde ortaya çıktığını, dolayısıyla da küresel etkinliğinin Sovyetler Birliği’nin varlığına bağlı olduğunu değerlendirmiştir. Başlangıçta bu görüşe çok itibar edilmezse, maddi gerçekliğe fazla uygun görülmezse de geçen otuz yıllık sürece dönüp bakıldığında aslında özü itibariyle doğrulananın Önder Apo’nun görüşleri olduğu açık ve net bir biçimde ortaya çıkıyor.

1990 başında Sovyetler Birliği çözülür ve dünya Üçüncü Dünya Savaşı sürecine girerken ona paralel olarak Ortadoğu bölgesinde başka ilginç bir olay daha yaşanmıştır. Bu kadar önem taşıyan bu olay nedir? 2 Ağustos 1990 tarihinde Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak Ordularının Kuveyt’e girişi ve işgal edişidir. Söz konusu işgal girişimi Ortadoğu’da önce Körfez Krizi, ardından Körfez Savaşı denen yeni bir süreci ortaya çıkartmıştır. Dolayısıyla Ortadoğu’da başlayan bu yeni süreç, dünyada başlayan yeni süreç şeklinde vücut bulmuştur.

Şimdi bu noktada Sovyetler Birliği’nin çözülüşü mü Saddam Hüseyin Yönetimi’ni Kuveyt işgaline yöneltti, yoksa Saddam Hüseyin Yönetimi’nin Kuveyt’i işgali mi kendi içinde çözülen ve çökmekte olan Sovyetler Birliği’nin kesin çöküşü için son darbe vurma oldu? Elbette bu soru tartışılabilir. Fakat bunların eş zamanlı gelişmesi kesinlikle bir tesadüf değildir.

O halde Saddam Hüseyin Yönetimi’nin Kuveyt’i işgalinde Sovyetler Birliği’ne karşı küresel düzeyde mücadele eden güçlerin etkisini görmek gerekir. Yanlış anlama olmamalıdır. Fiili olarak Sovyetler Birliği’ndeki durumun Saddam Hüseyin yönetimini Kuveyt işgaline yönlendirdiğini ifade etmiyoruz. Şunu söylemek istiyoruz: Sovyetler Birliği çökerken ona karşı küresel düzeyde mücadele eden ve böylece küresel hegemonya kurmak isteyen güçler, söz konusu amaçlarını gerçekleştirecek planlı bir stratejik saldırı yapabilmek için özellikle Ortadoğu’da Körfez Krizi ve Savaşı gibi bir siyasi ve askeri olaya ihtiyaç duymuşlardır.

Bu bakımdan aslında Saddam Hüseyin yönetiminin Kuveyt işgaline ABD’nin ne düzeyde etkide bulunduğuna dair insan tam bir şey söyleyemez. Çok fazla etkide bulunmamış olsa bile en azından karşı çıkmayacağını söyleyip olur vererek, zımni bir teşvikte bulunduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Kuşkusuz çok fazla kurguculuk siyasi süreçleri doğru ve yeterli izah etmez. Bu bakımdan kurguya çok fazla yer vermemeliyiz ama Saddam Hüseyin yönetiminin ABD Büyükelçisiyle görüştükten ve ondan zımni bir onay aldıktan sonra, daha doğrusu ABD’nin böyle bir işgale karşı çıkmayacağı havasını aldıktan sonra, 2 Ağustos 1990 Kuveyt işgaline yöneldiğini biliyoruz.

Dahası söz konusu işgali siyasi ve askeri bakımdan en fazla değerlendiren güç Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. Genel bir kural olarak, bir olaydan en fazla kim faydalanmışsa, o olayın gerçekleşmesinde onun etkisinin olduğu söylenir. Dolayısıyla Körfez Krizi ve Savaşı denilen süreçten de en çok yararlanan gücün ABD olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ama bu yararlanma durumu ne kadar sürmüştür? Uzun vadeli mi, yoksa kısa vadeli mi olmuştur? Gerçekten ABD’yi etkili hale mi getirdi, yoksa sonunda çıkmaza mı soktu?

Tabii bu konuların değerlendirilmesi ve tartışılması ayrı bir durumdur. En azından ’90 başındaki siyasi ve askeri etkinlik bakımından ABD’ye bir alan açması itibariyle Körfez Krizi ve Savaşı’nın öneminden söz edebiliriz. En azından Amerika Birleşik Devletleri böyle bir olayı Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte ele alıp değerlendirerek “Yeni Dünya Düzeni” adını verdiği yeni bir küresel hegemonya stratejisi hazırlayıp ekonomik, siyasi ve askeri bakımdan belli bir saldırı konumunu ifade eden bir pratik sürece yönelmiştir. Bunun için her şeyden önce Ortadoğu’nun siyasi ve askeri denetim altına alınması gerekmiş, bunu da Körfez Krizi ve Savaşı’ndan yararlanarak yüz binlerce ordu gücünü Ortadoğu’ya sevk ederek küresel ve bölgesel düzeyde Saddam Hüseyin yönetimine karşı siyasi ittifaklar oluşturarak gerçekleştirmeye çalışmıştır.

Geriye dönüp baktığımızda yeni dünya düzeni stratejisi temelinde ‘90’lı yıllarda ABD’nin Ortadoğu’da ve dünyanın diğer bölgelerinde aktif bir siyaset izlediğini rahatlıkla görebiliriz. Öncelikle Körfez Savaşı’yla Saddam Hüseyin yönetiminin gücünü kırmış ve Irak’ı üçe bölerek Saddam Hüseyin yönetimini Bağdat çevresinde sınırlandırıp kuşatmıştır. Bu yönetimin Irak’ın Güneyi ve Kuzeyine yönelmesine engeller koymuştur. 36’ncı paralelin kuzeyini ve 32’nci paralelin güneyini Saddam Hüseyin Yönetimine tamamıyla kapatmıştır. Bu şekilde Irak’ta bir askeri denetim ve hakimiyet kurmuştur. Böylece İran-Irak-Suriye halkasını, orta yeri olan Irak’tan kırmıştır. Bu gelişme Saddam Hüseyin yönetimini iyice güçten düşürürken, İran ve Suriye’nin bölgesel etkinliğini zayıflatmıştır.

Diğer yandan Çekiç Güç Operasyonu temelinde Hewlêr merkezli olarak bir Güney Kürdistan Yönetimi oluşturarak Kürdistan’ın Güney parçasını, Kuzey’den gelişen Özgürlük Hareketi olan PKK’ye kapatmış, böylece PKK’yi Kuzey Kürdistan ile sınırlandırıp bir tür kuşatmaya almak istemiştir. Çekiç Güç Operasyonu temelinde oluşan Güney Kürdistan Yönetimi, ABD ve TC. Devletleriyle sıkı bir ilişki ve iş birliği içerisinde olmuş, PKK’ye karşı savaşın yerel gücü olarak yerini almıştır. Böylece PKK’nin ve Kürt Özgürlük Mücadelesinin de Kuzey Kürdistan’la sınırlandırılması sağlanarak Kürt Özgürlük Hareketi de bu biçimde bir tür denetim ve kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Bunların gerçekleşmesi demek, aslında Ortadoğu’da ABD öncülüğünün önemli bir siyasi ve askeri denetim kurması demekti.

 Nitekim ABD bu denetime dayanarak ‘90’lı yıllar boyunca dünyanın diğer bölgelerinde ekonomik, siyasi ve askeri saldırılar yürütmüştür. Balkanlar’da savaşa dayalı bazı sonuçlar ortaya çıkartmak istemiş, yine Kafkasya’da kısmi olarak savaşa dayalı sonuçlar yaratmaya çalışmış. Asya’nın, Afrika’nın diğer alanlarında 20’nci yüzyıl boyunca Sovyetler Birliği’nin varlığı temelinde ve ABD’ye karşı olarak ortaya çıkan siyasi gelişmeleri çeşitli yöntemlerle etkileyerek darbeleyip kendisine karşıt olmaktan çıkartıp kendisiyle uyumlu, ya da kendine bağlı hale getirmeye çalışmıştır. ABD’nin bu yöneliminde belli bir mesafe kat ettiğini ve sonuç aldığını söyleyebiliriz. Böylece ABD, “Yeni Dünya Düzeni” olarak tanımladığı hegemonya stratejisinin ilk aşamasını belli bir başarıyla gerçekleştirmiş olmaktadır. Bu durumu, Üçüncü Dünya Savaşı’nın ilk döneminin ABD’nin etkinliğiyle gerçekleşmesi biçiminde tanımlamak mümkündür. Böylece ilk elden dünyanın değişik bölgelerinde belli bir siyasi-askeri hakimiyet sağlamayı başarmış olan ABD öncülüğü, küresel kapitalist modernite sistemi adına yeni bir adım atma, Üçüncü Dünya Savaşı’nı daha ileri düzeye götürme, değişik alanlardaki siyasi ve askeri etkinliğini daha da geliştirme sürecine gelmiştir.

Bu gelişmelerden sonra ABD’nin artık mevcut duruşla gelişme sağlaması, Üçüncü Dünya Savaşı’nda daha ileri bir etkinlik düzeyine ulaşması mümkün değildi. Bunun için yeni bir hamle yapması gündeme gelmiştir. Kuşkusuz ABD’nin etkinliğini daha da ileri götürmeyi hedefleyen böyle bir hamleyi yapabilmesi için yine başlangıç adımlarını Ortadoğu’dan atması gerekmektedir. Irak’ta yarattığı durumu daha da derinleştirerek var olan Saddam Hüseyin yönetimini de ortadan kaldırarak Irak’ı tümüyle egemenlik altına alma, böyle bir egemenliğe dayanarak Kürdistan’ı ve bölgenin diğer alanlarını doğrudan yönlendirir konuma ulaşma ihtiyacını duymuştur. Bunun için de öncelikle Kürdistan Özgürlük Hareketi üzerindeki denetimin ve PKK etrafındaki kuşatmanın daha da geliştirilmesini gerekli görmüştür. Neden? Çünkü Irak’ta böyle bir hakimiyet kurmaya, Saddam Hüseyin yönetimini tümden yıkmaya yönelirken eğer PKK ve öncülük ettiği Kürdistan Özgürlük Mücadelesi üzerinde denetim kurup onu sınırlandıramazsa, böyle bir durumda PKK’nin Güney Kürdistan’a yayılması, Irak üzerinde etkili olması gerçekleşebilir. Bu ABD’nin Irak ve ona dayalı olarak bölgede yeni adım atmasını engelleyen, onu korkutan temel bir öğe durumundadır.

Bunun için 1990 başında çizdiği yeni düzeni stratejisine yeni bir dönem başlatabilmesi, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle başlayan Üçüncü Dünya Savaşı’nda yeni bir süreç geliştirebilmesi, bunun için Irak üzerindeki egemenliğini daha güçlü hale getirebilmesi, dolayısıyla Saddam Hüseyin yönetimine askeri müdahalede bulunabilmesi için öncelikle PKK’yi daha fazla sınırlandırması, daha çok kuşatma ve denetim altına alarak kendisini zorlayacak biçimde hareket etmesinin önünde engel oluşturması gerekmiştir.

İşte 9 Ekim 1998 komplosu ABD siyasi stratejisinin böyle bir küresel ve bölgesel ihtiyacı temelinde gündeme gelmiş ve pratik olarak ortaya çıkmıştır. Dikkat edilirse önce 9 Ekim 1998’de Önder Apo’ya dönük saldırı olarak başlattığı uluslararası komployla PKK’yi önderlik düzeyinde darbeleme ve etkisini zayıflatma noktasına gelmiş, ardından 11 Eylül 2001’de El-Kaide’nin İkiz Kule saldırısı olayına dayanarak bu sefer 2002’de yeniden Afganistan’a, 2003’te de Irak’ta, Saddam Hüseyin yönetimine askeri saldırıda bulunma süreçlerini geliştirmiştir. Söz konusu süreçlerin gelişiminde Önder Apo’ya dönük başlatılan uluslararası komplo saldırısı kesinlikle bir ön zemin hazırlamayı ifade etmiştir. Aynı zamanda 11 Eylül 2001 İkiz Kule saldırısının da tıpkı Saddam Hüseyin yönetiminin 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’e dönük işgal saldırısına benzer bir olay olduğu, ABD’ye benzer biçimde 2000’lerin başında bu sefer daha kapsamlı bir askeri işgal saldırısı yürütme zemini sunduğu açıktır.

Aslında Üçüncü Dünya Savaşı kapsamında küresel düzeyde ifade ettiğimiz bu hususlar Ortadoğu ve Kürdistan’daki siyasi ve askeri durumun temel özelliklerini de ifade etmektedir. ’90 başından itibaren Körfez Krizi ve Savaşı’na dayalı olarak Amerika Birleşik Devletleri bölgenin en etkili askeri gücü haline gelmiştir. Irak’ı üçe bölerek Saddam Hüseyin yönetimini Bağdat etrafında kuşatarak Irak’ın kuzeyinde ve güneyinde kendi denetiminde alanlar yaratarak aslında bölgeyi merkezden denetim altına almıştır. Böylece söz konusu Irak hakimiyetine dayalı olarak İran’a, Suriye’ye, bölgenin diğer alanlarına yönelik çeşitli yöntemlerle müdahalede bulunmanın imkânına ve fırsatına kavuşmuştur. Böylece aslında bölge merkezden ABD denetimine girmiş, bu da yeni bir çatışma sürecini ortaya çıkartmıştır.

 Saddam Hüseyin yönetimiyle karşıtlık pozisyonunda olsalar bile, bu durum İran ve Suriye gibi bölgede etkinlik sağlamak isteyen güçleri zayıflatmıştır. Bölge Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ki en ağır ve sert dış siyasi ve askeri müdahaleye uğramıştır. Aslında Birinci Dünya Savaşı’ndaki duruma benzer bir küresel hegemonya savaşı Ortadoğu bölgesinde ABD müdahalesiyle başlamış durumdadır. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı siyasi statü işlevsiz, tartışılır hale gelmiş, bölge yeniden bir askeri çatışma süreci içerisine girmiştir.

Birinci Dünya Savaşı’nda bölgenin gücü olarak Osmanlı-İran İmparatorluğu varken şimdi dıştan gelen ABD müdahalesi karşısında İran ve Suriye gibi çok zayıf konumda olan güçler vardır. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı’ndaki duruma göre bölge siyaseti daha güçsüz, zayıf durumdadır. Dış müdahale daha güçlü ve etkilidir.

Kuşkusuz ABD’yi yalnız başına bir devlet olarak görmemek lazım. Bir sistemin öncüsü olarak değerlendirmek gerekir. Zaten fiili olarak da İsrail ve İngiltere’yle birlikte tüm bu işleri yürütmektedir. Yine NATO’yu böyle bir süreçte istediği gibi kullanmaktadır. Dolayısıyla tüm bu güçlerin varlığı biçiminde ABD ele alınırsa Ortadoğu’ya yönelttiği müdahalenin Birinci Dünya Savaşı’ndaki saldırı kadar önemli ve ağır olduğunu, hatta ondan daha ağır bir durumu ifade ettiğini insan rahatlıkla belirtebilir.

Bunlar çerçevesinde Kürdistan’daki askeri ve siyasi durumu da kısaca şöyle ifade etmek mümkündür: Bilindiği gibi 1975 Cezayir Antlaşmasına dayalı olarak KDP yenilmiş, böylece isyanlara dayalı Kürt direnme süreci tamamlanmış, artık miadını doldurmuştur. Ancak daha sonra yeni tür ulusal bağımsızlık ve özgürlük arayışları, ulusal direnişler gündeme gelmiştir. Nitekim böyle bir durum da Kürdistan’ın yarıdan büyük parçası ve en büyük nüfusa sahip alanı olarak Kuzey Kürdistan’da KDP şahsında aşiretçi isyan çizgisi yok olurken, modern ulusal kurtuluş arayışları ve çizgisi Önder Apo ve PKK şahsında doğuş ve gelişme süreci içerisine girmiştir.

1970’lerin ikinci yarısında Kuzey Kürdistan’da başta gençlik olmak üzere giderek halk kitlelerine yayılan, yeni bir halk hareketi düzeyinde partileşme ve yeni bir özgürlük direnişi ortaya çıkmıştır. Bunu daha doğuş aşamasında şiddetle saldırıp yok etmek üzere sömürgeci-soykırımcı TC. Devleti ve onun bağlı olduğu küresel kapitalist modernite sistemi, 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesini gündeme getirmiştir. Söz konusu darbeyle Kuzey Kürdistan’da ortaya çıkan yeni özgürlük akımları, örgütlenmesi ve mücadelesi ezilip yok edilmek istenmiştir.

Buna karşı bir yandan Arap sahasındaki çatışmalı durumun ve Filistin direnişinin imkânlarını değerlendirmeyi bilerek ve diğer yandan İran-Irak savaşının Kürdistan üzerinde yarattığı siyasi ve askeri etkileri yerinde ve zamanında görüp değerlendirerek, onlardan yararlanmayı bilme temelinde Önder Apo öncülüğündeki PKK Hareketi 15 Ağustos 1984 gerilla atılımını başlatmayı başarmıştır. TC. Devleti bu gelişmeyle karşılaşınca ‘85’ten itibaren PKK’ye karşı mücadeleyi NATO gündemine götürmüş, ’87-88’de NATO düzeyinde Almanya’daki Duesseldorf davasını da içine alacak şekilde PKK’ye karşı küresel bir saldırı planı oluşturulmuş ve olağanüstü hâl ilanı temelinde hayata geçirilmek istenmiştir.

Bilindiği gibi PKK bu saldırıya karşı da direnip başarısız kılmayı başarmıştır. ABD öncülüğü, bu noktada başarısız kalınca bu sefer 1990 başında Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Körfez Krizi ve Savaşı’na dayalı olarak Çekiç Güç Operasyonu’nu örgütlemiş, Güney Kürdistan’da oluşturduğu yeni yönetimi TC. Devleti’yle işbirliği içerisine sokarak 1992 Ekim’inde “Güney Savaşı” dediğimiz karşı devrimci stratejik saldırıyı gündeme getirmiştir.

Aslında Güney Kürdistan’ın oluşumu, ABD ve TC. ile Çekiç Güç Operasyonu temelinde oluşturduğu birliği, PKK öncülüğündeki Kürdistan Özgürlük Hareketi’ne karşı stratejik bir karşı devrimci saldırı yapma hazırlığı anlamına gelmiştir. Böyle bir saldırıda PKK’nin askeri bakımdan stratejik hamle yapmayı ifade eden güçleri belli ölçüde darbelemiş olsa da PKK için öngörülen imha ve tasfiye gerçekleştirilememiştir. PKK öncülüğündeki gerilla direnişi söz konusu saldırıyı da bir biçimde kırmayı başarmıştır. Ardından ’93 Mart’ında Önder Apo’nun ilan ettiği Birinci Tek Yanlı Ateşkesle birlikte ‘84’ten itibaren yürütülen gerilla direnişinin, gerilla üzerindeki etkisi büyük bir siyasi hamle olarak ortaya çıkmıştır. Bunu önlemek üzere ‘93 yazından itibaren Çekiç Güç Operasyonu’nu devreye sokan ABD, TC. ve Güney Kürdistan ittifakıyla yeniden PKK’nin gerillasını ezme ve imha etme amaçlı bir stratejik saldırı gelişmiştir. Bu temelde ’93-‘98 arası yoğun bir saldırı sürecidir. Bu süreçte sömürgeci-soykırımcı sistem, PKK’yi ve onun gerillasını ezebilmek için birçok plan, proje oluşturmuş, taktik planlar geliştirerek saldırı yürütmüştür. Bu saldırılarla gerillaya belli darbeler vurmuş olsa da onu ezme ve tasfiye etme hedefini başaramamıştır.

Buna karşı Önder Apo da TC’yi ateşkese ve siyasi çözüme zorlama amacıyla birçok taktik gerilla hamlesi planlamış, ’93-’98 arasında uygulamaya koymuş, bu planlamalar gerilla direnişini geliştirmiş, gerillayı yenilmez kılmış olsa da istenen siyasi hedefi gerçekleştirmeyi başaramamıştır. Dolayısıyla ‘98’e gelindiğinde Kürdistan’daki sömürgeci-soykırımcı sistemle Kürt özgürlüğünü sağlamak isteyen PKK hareketi arasında yürütülen mücadelede yeni ve önemli bir durum ortaya çıkmıştır. Önder Apo o   zaman bunu “Pata” durumu olarak tanımlamıştır. Yani ne zafer ne de yenilgi durumu. İki taraf için de geçerli olan durum buydu.

Taraflar birçok askeri-siyasi taktik denemiş olsalar da hedefledikleri sonucu alamamışlardır. Dolayısıyla savaş çözüm üretemez duruma düşmüş, tıkanmıştır. Önder Apo bunun da yozlaştırıcı etkilerinin olacağını, zararlı sonuçlar doğuracağını daha o zamandan değerlendirmiştir.  Böyle bir tıkanmayı aşmak, yeni bir mücadele sürecini geliştirebilmek için 1 Eylül 1998’de Üçüncü Tek Yanlı Ateşkes ilanında bulunmuştur.

Böyle bir ateşkes sürecine, sömürgeci-soykırımcı sistemin de belli bir oluru vardır. Her ne kadar tek yanlı ateşkes olsa da hem zindanlar hem de Avrupa üzerinden TC. Devleti siyasi ve askeri yetkililer nezdinde ateşkesin olması durumunda kendilerinin de olumlu karşılık verecekleri vaadinde bulunmuşlardır. Bunun üzerine Önder Apo 1 Eylül 1998 Üçüncü Tek Yanlı Ateşkes sürecini geliştirmiştir.

Aslında bununla Kürt sorununa demokratik siyasi çözümün önünü açmak istemiştir. Nitekim komplocu güçler Suriye’deki varlığı üzerine baskı ve saldırı yürüttüklerinde Avrupa’ya çıkışı böyle bir siyasi çözüm arayışı temelindedir. Fakat daha sonra görüldü ki aslında komplocu güçler, ateşkes arayışını biraz da komplonun bir parçası olarak geliştirmişlerdir. Nitekim ABD, 17 Eylül 1998’de KDP ve YNK liderlerini Washington’da bir araya getirdi ve yeniden anlaşma yaptırarak PKK’ye karşı ortak mücadeleye yöneltti. Uluslararası komplonun düğmesine KDP ve YNK liderleriyle birlikte bastı. Ardından da 9 Ekim 1998’de Önder Apo Suriye’den çıkmak zorunda kalıyor.

Soru-2) Uluslararası bir sistem olan kapitalist modernite ile PKK arasında nasıl bir ilişki ve çatışma düzeyi vardı? Uluslararası komplo Önder Apo’yu neden hedefledi?

Kürt sorunu Birinci Dünya Savaşı içinde ve sonunda oluşturulan küresel kapitalist modernite sisteminin ortaya çıkardığı bir sorundur. Kürdistan bu sistem tarafından parçalanmış, Kürt halkı ve Kürdistan gerçeği bu sistem tarafından yok sayılmış ve Kürdistan parçaları farklı sömürgeci-soykırımcı ulus devletlerin egemenliği altına verilerek Kürt soykırımının bu temelde gerçekleştirilmesi öngörülmüştür. Dolayısıyla Kürt varlığını ve özgürlüğünü hedefleyen her türlü düşünsel, siyasi ve askeri eylem kendisini söz konusu küresel-siyasi sistemle karşı karşıya bulmuştur. Kürdistan’ın değişik parçalarındaki her türlü özgürlükçü ve direnişçi kıvılcımı, küresel kapitalist modernite sistemi birlikte hareket ederek bastırmış ve ezmiştir.

Bu durum 1925-’40 arasında Kuzey Kürdistan’da yaşanan direnişlere karşı yöneltilen saldırı açısından da Doğu Kürdistan’da Sımko Şıkaki öncülüğündeki Kürt direnişi ve Mahabat Kürt Cumhuriyeti girişiminde de Güney Kürdistan’daki isyancı süreçlerde de açık ve net bir biçimde yaşanmış ve görülmüştür. Nitekim en son Barzani önderliğindeki KDP’nin 1975 yenilgisi bu temelde ortaya çıkmıştır.

Her ne kadar Kürdistan’ı bölüp parçalasa, her parçayı farklı bir ulus devlet yönetimine bıraksa da küresel kapitalist modernite sistemi Kürdistan üzerindeki yönetimi kendisi yürütmüştür. Her parça üzerinde, o parçada egemen olan devletin uygulamaları olsa da Kürdistan için bütün parçaları içine alan ortak bir yönetim Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra her zaman var olmuştur. Küresel kapitalist modernite sisteminin öncülüğüyle Kürdistan üzerinde egemenlik sürdüren ulus devletlerden oluşan böyle bir ortak yönetim var olmuştur. Bu Sadabat Paktı’yla, Bağdat Paktı’yla, Sento’yla 20’nci yüzyıl boyunca sürdürülmüştür.

Dolayısıyla Kürdistan’ın herhangi bir parçasında özgürlük için arayışa çıkan, eyleme kalkan her topluluk kendisini böyle bir ortak yönetimle karşı karşıya bulmuştur. Söz konusu durum Önder Apo öncülüğündeki PKK açısından da geçerlidir. PKK her ne kadar Kuzey Kürdistan’da bir Kürt bağımsızlık ve Özgürlük Hareketi olarak düşünsel, örgütsel, eylemsel gelişme yaşamış olsa da ve bu temelde ilk elden kendisini faşist-sömürgeci-soykırımcı TC. Devleti’yle çelişki ve çatışma içinde bulsa da aslında her zaman karşısında küresel kapitalist modernite sistemi var olmuştur. TC. Devleti böyle bir sisteme sürekli dayanmıştır. Hatta TC. açısından bu durum, NATO’ya girmiş olması nedeniyle çok daha ileri bir siyasi ve askeri durumu ifade etmektedir.

Aslında Kürtlere karşı TC. Devleti’ne küresel kapitalist modernite sisteminin verdiği destek, onun sadece NATO’ya girmiş olmasından ileri gelmemektedir. Bu durum Kürt sorununa dayalı olarak zaten öncesinden vardır. Dikkat edilirse İran-Irak-Suriye gibi devletler NATO üyesi olmamışlardır ama her zaman Kürtlere karşı yürüttükleri mücadelede küresel kapitalist modernite sisteminin desteğini arkalarında görmüşlerdir. Dahası Kürtleri bu sistemle birlikte ortak olarak yönetmişlerdir. Kürt direnişlerine karşı siyasi ve askeri bastırma ve ezme operasyonlarını birlikte geliştirmişlerdir. Her zaman küresel kapitalist modernite sisteminden destek almışlardır. Neden? Çünkü Kürt sorununu ortaya çıkartan güç küresel kapitalist modernite sistemidir. Dolayısıyla Kürt’ü yok sayan ve yok etmek isteyen, Kürt soykırımını öngören, uygulamaya çalışan güç, küresel kapitalist modernite sistemidir. Bu nedenle de varlığını ve özgürlüğünü hedefleyen her düşünce ve eylem mutlaka kendisini kısa sürede küresel kapitalist modernite sistemiyle karşıtlık içerisinde bulmaktadır. Bu durum Kürt varlık ve özgürlük mücadelesini en radikal bir çizgide yürüten PKK açısından çok daha fazla geçerli olan bir durumdur.

Nitekim 1978’in Kasım sonunda PKK’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesi geliştirilmiştir ki bu darbenin bir NATO darbesi olduğu, ABD öncülüğünde pratikleştirilen bir darbe olduğu herkes tarafından açık ve net olarak bilinmektedir. Bunu darbeciler de böyle ifade etmişlerdir. ABD Yönetimi ve NATO çevreleri de bunun böyle olduğunu kabul etmişlerdir. Dikkat edelim 12 Eylül 1980 darbesi esas olarak Kürdistan’daki özgürlükçü düşünce ve eylemi ezmek için geliştirilmiştir. Böyle bir darbeyi ortaya çıkartan temel güç de küresel kapitalist sistemdir. Onun öncülüğünü yapan ABD’dir. Koruyuculuğunu yapan NATO’dur. Daha 12 Eylül darbesiyle birlikte PKK Hareketi küresel kapitalist modernite sistemiyle karşı karşıya gelmiş olmaktadır.

Nitekim 15 Ağustos 1984 Eruh ve Şemdinli eylemleriyle başlayan gerilla hamlesini küresel kapitalist modernite sistemi ve onun koruyucusu olarak NATO kendisine yöneltilmiş bir saldırı olarak ele almış ve değerlendirmiştir. Dolayısıyla 1985 Haziran’ında TC. Devleti’nin sorunu bizzat NATO’ya götürmesinde herhangi bir zorluk ya da engel yaşanmamıştır. Zaten NATO sistemi, fiili olarak PKK’nin başlattığı gerillayı, kendine yöneltilmiş bir saldırı olarak görmüştür. Onun için de TC’nin başvurusunu hemen benimsemiş ve ardından ‘87-88 küresel planlı saldırısını PKK’ye karşı geliştirmiştir.

Kürdistan’daki olağanüstü hal ilanı, 1987-’88 sert savaşı, İran-Irak savaşının bizzat küresel sistemin müdahalesiyle durdurulması, dolayısıyla İran ve Irak ordularının örs yapılarak Türk Ordusu’nun da NATO desteğiyle çekiç haline getirilip örs-çekiç taktiğiyle orta Kürdistan’da, Botan’da gelişen Kürt gerillasının sıkıştırılıp ezilmesi Önder Apo’nun komplocu saldırılarla imha edilmesi, PKK’nin yurtsever tabanının ise tasfiyecilerin oluşturduğu sahte “PKK Devrimci Birlik” adındaki örgütle, örgütü içten kuşatarak KDP gibi küresel sisteme entegre edilmesi hedeflenmiştir. Bunun siyasi-askeri baskısı Kürdistan ve Ortadoğu’da geliştirilirken bizzat Almanya’da örgütlendirilen Düsseldorf davasıyla da Avrupa üzerinden her türlü baskı geliştirilmeye çalışılmıştır. Bunun bir küresel planlı saldırı olduğu açık.

Küresel düzeydeki saldırı planını PKK büyük bir direnişle başarısız kılmayı sağlayınca bu sefer daha kapsamlı bir küresel planlı saldırı olarak 1991’deki Çekiç Güç Operasyonu ve 1992 Güney Savaşı saldırısı ortaya çıkartılmıştır. PKK’nin ’87-88 sürecinde ezilemeyen gerilla gücü, Güney Savaşı’yla ezilir, siyasi etkinliği ise 1992 Ekimindeki bu saldırıyla tamamen kırılmak istenmiştir. Buna karşı da Önder Apo’nun ve gerillanın direnişi gelişip başarılı olunca, bu ikinci küresel saldırı planı da direnişle kırılınca, buna bir de Önder Apo’nun 1993 Mart’ındaki Birinci Tek Yanlı Ateşkes ilanı ve onun büyük siyasi etkisi eklenince küresel kapitalist modernite sistemi, TC. Devleti’ne her türlü siyasi ve askeri desteği vererek 1993-’98 yıllarında gerillayı ezme ve PKK’yi yok etme saldırısını gündeme getirmiştir.

1993-’98 savaşı hem Kürt tarihinin hem de TC. tarihinin en büyük savaşı olarak değerlendirilebilir. Kapsam, derinlik, süreklilik bakımından kesinlikle böyledir. Hiç kimse “’93-98” savaşı savaşı deyip geçmemelidir. Öyle basit ele alınacak, yüzeysel yaklaşılacak bir süreç değildir. Bunu, bu temelde bilmek gerekiyor. TC. Devleti aslında tüm gücünü Demirel, Çiller, Ağar çete yönetimi öncülüğünde gerillayı ezmek, PKK’yi tasfiye edebilmek için hiçbir hukuki ve ahlaki kural dinlemeden, topyekûn faşist-soykırımcı özel savaş konseptiyle saldırıya geçirmiştir.

Böyle bir saldırıda NATO, TC’ye her türlü siyasi ve askeri desteği vermiştir. NATO’nun ürettiği bütün silahlar bu dönemde TC. tarafından Kürt gerillasına karşı kullanılmıştır. En son askeri tekniğe TC. Devleti sahip olmuştur. Bu konuda dönemin Türk generallerinin açıklamaları, anıları var. Bunlar incelenebilir.

Bizimki bir suçlama ve iddiada bulunma değildir. Bunu kendileri de itiraf ediyor. Söz konusu itiraflar yazılı ve sözlü olarak vardır. En azından Doğan Güreş’in anılarını okusalar nasıl gizli bir darbeyle TC. Yönetimini denetimine almış, nasıl bir tehditle İngiltere’yi, NATO’yu kendisine bağlayarak her türlü modern silaha, hem de para ödemeden sahip olmuş olduklarını net ve açık bir biçimde ifade ediyor. Biz onların ifadesine dayanarak bu hususları belirtiyoruz.

NATO’nun, dolayısıyla küresel kapitalist modernite sisteminin, PKK ile karşıtlığı, çatışması bu düzeydedir. Bütün gücüyle PKK’nin askeri etkinliğini kırmak, gerilla gücünü ezmek, böylelikle PKK’yi KDP’lileştirerek sistemin hizmetine almaya çalışmışlardır. Bir taraftan TC. Devleti’ne her türlü askeri-siyasi desteği ve silahı vererek, yine onun her türlü hukuk tanımaz faşist-soykırımcı saldırılarına göz yumarak PKK ve Kürt halkı üzerinde topyekûn faşist-soykırımcı saldırıları geliştirmişlerdir.

Diğer yandan ise PKK’yi her zaman kendi çizgilerine çekmeye çalışmışlardır. “Şeker-kamçı” denilen politikayı NATO sistemi, bu dönemde PKK’ye karşı çok yoğun bir biçimde uygulamıştır. TC’ye verilen destekle PKK ve Kürt halkı şiddetle kamçılanmak istenmiş, el altından da PKK’ye sürekli teslim ol çağrıları yapılmıştır. Kendi politikaları kabul edilirse mevcut ulus devlet sisteminin bir parçası olunursa, bu temelde küresel kapitalist modernite sisteminin çıkarları doğrultusunda Ortadoğu’da çeşitli devlet ve halklarla çatışan, dolayısıyla küresel kapitalist modernite sistemine hizmet eden bir Kürt gücü ve siyaseti haline gelinirse, tıpkı KDP gibi, PKK’yi kabul edeceklerini söylemişlerdir.

KDP denen güç, aslında bir Kürt hareketi değildir. Küresel kapitalist modernite sisteminin, Kürtleri Ortadoğu’daki diğer siyasi güçlerle çatıştırarak bu çatışmadan çıkar sağlamak üzere kullandığı bir güç konumundadır. PKK’den istenen de böyle bir çizginin kabul edilmesi olmuştur. Başta ABD, İsrail olmak üzere herkesin yaklaşımı böyle olmuştur. Ama böyle bir durumu Önder Apo ve PKK her zaman reddetmiştir. Küresel kapitalist modernite sisteminin bazı sömürgeci-soykırımcı emperyalist devletleri için bölgedeki bazı devletlerle ya da halklarla çatışan bir güç olmayı PKK ve Önder Apo her zaman reddetmiş, tersine komşu halklarla kardeşlik içinde demokratik birlik yönetimi temelinde bir arada yaşamayı, bu temelde Kürtlerin ve Kürdistan’ın özgürlüğünü sağlamayı temel bir çizgi olarak esas almıştır. Dolayısıyla KDP gibi olmayı reddetmiştir. Her türlü katliam, saldırı, baskı karşısında bedel ödeyerek yiğitçe, kahramanca direnmeyi öngörmüş ama asla sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyasete teslim olmamış, asla onların teslimiyet ve işbirlikçi dayatmalarını kabul etmemiştir. İşte PKK’yle küresel kapitalist modernite sistemi arasındaki çatışmanın düzeyi böyledir.

Tabii böyle bir çatışmada önderlik eden, siyasi ve askeri süreci yürüten Önder Apo olduğu için küresel kapitalist modernite sistemi, Önder Apo gerçeğini tanımak, anlamak, çözmek için de özel bir çaba yürütmüştür. Bir yandan ’93-98 arasında gerillayı ezip PKK’nin iradesini kırmayı hedefleyen bir saldırıyı verdikleri destekle TC. Devleti tarafından yürütürken, diğer yandan da Önder Apo gerçeğini anlamaya, çözmeye çalışmışlardır. Eğitim sahalarına çeşitli ajanlarını göndererek Önder Apo’yla görüşmeler yapmışlardır. Aslında Önder Apo’nun düşünce sistemini, kişilik özelliklerini, bütün bu devrimci gelişmeleri neye dayanarak gerçekleştirdiğini anlamaya çalışmışlardır.

Nitekim dönemin Fransa Yönetimi, 1993’ten itibaren Önder Apo kişiliğini anlamak ve çözümlemek için çok yoğun ve özel bir çalışma yürüttüklerini kamuoyuna açıklayarak itiraf etmiştir.

Önder Apo kişiliğini çözümlemek için böyle bir çalışma yürütülse de dönemin esas stratejisi TC. Devleti’ne verilen her türlü siyasi ve askeri destekle PKK gerillasını ezmek ve PKK’nin siyasi iradesini kırıp onu teslim almaya dönük olmuştur. Böylece gerillayı ezerek, örgütü zayıflatarak Önder Apo’yu gerillasız ve örgütsüz bırakıp ya da gerilla ve örgüt gücünü zayıflatarak teslim olmaya zorlamak istemişlerdir.

Fakat 1998 yılına gelindiğinde bunun mümkün olmadığını yürüttükleri çok yönlü ve uzun süreli çalışmaya dayanarak kendileri de görmüşlerdir. Önder Apo var oldukça PKK’nin tasfiye edilemeyeceğini, Kürt gerillasının ezilmeyeceğini, ne kadar vururlarsa vursunlar, sonunda Önder Apo’nun gerillayı geliştirecek, PKK’yi büyütecek çalışmaları yapacağını görmüşlerdir. Dolayısıyla gerillayı ezip PKK’yi yok ederek Önderliği yenilgiye uğratmanın mümkün olmadığı sonucuna ulaşmışlardır. O halde PKK’yi tasfiye etmek, gerillayı ezmek için önce Önder Apo’nun imhasını, yok edilmesini gerekli gören bir düşünceye ve stratejiye ulaşmışlardır.  

Bu konuda PKK’den kaçan bazı hainlerin de benzer düşüncenin gelişmesinde etkilerinin olduğunu burada ifade etmemiz lazım. Örneğin 1980-’82 Diyarbakır zindanının itirafçısı, baş ajanı Şahin Dönmez de daha o zamandan TC. Devleti’ne ve onun istihbarat örgütü olan MİT’e şunu söylemiştir: “Apo’yu yok etmezseniz PKK’yi 40 sefer de yok etseniz, Apo 41’inci sefer yeni bir PKK örgütler ve karşınıza çıkartır” demiştir. Böyle bir görüşle saldırılarının tümünün Önder Apo’yu hedeflemesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Benzer görüşleri 1998 başında kaçarak özel savaş sistemine sığınan Şemdin Sakık da aynı biçimde ifade etmiştir. Gerillanın ve Partinin değil, öncelikle Önder Apo’nun hedeflenmesi gerektiği düşüncesini TC. Devleti’ne ve onun aracılığıyla küresel kapitalist modernite sistemine, PKK’ye karşı savaşı yürüten küresel özel savaş merkezine ulaştırmıştır.

Hem kendi pratik deneyimleri; PKK’ye ve Önder Apo’ya karşı yürüttükleri mücadele, Önder Apo üzerinde yaptıkları incelemelerin sonuçları hem de bu hainlerin görüşleri birlikte değerlendirildiğinde sonuç olarak Önder Apo’yu hedeflemeyi öngören bir strateji öne çıkmış ve oluşmuştur. Uluslararası komplo dediğimiz imha ve tasfiye saldırısının stratejik planlaması bu olmuştur.

Daha önceki süreçte strateji şöyle işliyordu: Gerillayı ez, PKK’yi tasfiye et ve bu temelde Önder Apo’yu yenilgiye uğrat. Uluslararası komplo planlaması ise bu stratejiyi tersine çevirmiştir. Önce Önder Apo’yu imha et, ardından ona dayanarak PKK’yi tasfiye et, gerillayı ez, yok et. Böylece küresel kapitalist modernite sistemi, daha doğrusu Kürtlere karşı saldırı yürüten sömürgeci-soykırımcı sistemin saldırı stratejisi bu biçimde değişiklik yaşamıştır. Uluslararası komplo dediğimiz saldırının stratejisi bu temelde daha önceki saldırılardan farklıdır. Bunun çok iyi görülmesi, anlaşılması gerekiyor. Uzun bir mücadele sonucunda küresel kapitalist modernite sistemi böyle bir stratejiye ulaşmıştır. Buna dayalı olarak ABD, İngiltere ve İsrail ittifakı, ABD öncülüğünde söz konusu saldırı planlamasını yapmış ve bu saldırının yürütülmesi için de 17 Eylül Washington antlaşmasıyla KDP ve YNK liderleri tarafından düğmeye basılması sağlanmıştır.

9 Ekim 1998 komplo saldırısının hedefi Önder Apo’dur. Askeri hedefi, komplocu yöntemlerle Önder Apo’nun imha edilmesidir. Aslında planlaması bir günlüktür. 9 Ekim 1998’de böyle bir saldırının başarılması öngörülmüştür. Tabii o zamana kadar gelen uzun bir süreç var; 1 Eylül 1998’de Önder Apo ve PKK’yi ateşkese çekme aslında böyle bir komplo saldırısını başarıyla geliştirebilmek için uygun siyasi-askeri zemini yaratma olarak öngörülmüş ve değerlendirilmiştir. 17 Eylül 1998 Washington anlaşmasıyla KDP ve YNK, PKK’ye karşı yeniden birlik oluşturma ve “PKK terör örgütüdür, Güney Kürdistan’ı terk etmelidir” kararını alma temelinde PKK’ye karşı Kürt işbirlikçiliğinin saldırısını başlatmıştır. Komplo aslında kendisini KDP ve YNK’nin yasallığına sığındırmış ve kararı onlara verdirtmiştir. Ondan sonra da Hafız Esad Yönetimi üzerinde bir yandan dönemin Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek, diğer yandan TC. Devleti üzerinden baskı oluşturarak Önder Apo’nun Suriye’den çıkmaya zorlanması durumu geliştirilmiştir. Nitekim bu süreç bizzat ABD Başkanı Bill Clinton’un yazılı baskısı ve diğer yandan Mısır ve Türkiye yönetimleri üzerinden uyguladığı baskıyla derinleştirilmiştir. Sonuç olarak Hafız Esad Yönetimi bu baskılara daha fazla direnemeyerek Önder Apo’dan Suriye’yi terk etmesini istemiştir.

Böyle bir terk etmenin belirginleşmesi üzerine eskiden kurulan ilişkilere de dayanılarak Yunanistan üzerinden Önder Apo’yla ilişkilenip Suriye’yi terk etmenin Yunanistan’a çıkış olarak gerçekleştirilmesi öngörülmüş ve bu pratik olarak gerçekleştirilmiştir. Güya devlette görevli olan bazı siyasi ve askeri çevreler Önder Apo’yu Yunanistan’a davet etmişlerdir. Milletvekilleri adına her türlü vaatte bulunmuşlardır. Önder Apo, bunları dikkate alarak 9 Ekim günü özel bir uçakla Şam’dan havalanıp Atina’ya gitmiştir. Böylece mevcut davete karşılık vermek istemiştir.

Fakat karşılaştığı durum farklı olmuştur. Önder Apo’yu davet edenlerin, söz verenlerin hiçbirisi hava alanına gelmemiştir. Önder Apo’yu Yunanistan’ın istihbarat şefi hava alanı kapısında karşılamış ve derhal Yunanistan’ı terk etmesini, Yunanistan topraklarına giremeyeceğini açık ve net bir biçimde ifade edip Önder Apo’yu tehdit etmiştir. Bu şekilde Önder Apo’nun Yunanistan’a girişini engellemiştir. Böylece Önder Apo tekrar çıkış yaptığı Suriye’ye dönüşe zorlanmıştır.

Aslında komplo bunun üzerine kurulmuştur. Eğer Önder Apo gerçekten öyle bir geri dönüş yapmak isteseydi o zaman Akdeniz üzerinde vurulacak ve hiç kimsenin bilmediği bir biçimde yok edilecekti. Bizzat ABD tarafından Önder Apo’ya yönelik saldırı böyle planlanmıştır. Bu gerçeği artık ABD yönetiminin itiraf etmesi gerekiyor. Bunu gizlemenin, saklamanın bir gereği yoktur. Onunla bir sonuca gidilemez. Bir hata yapılmışsa, suç işlenmişse, o gizlenerek, saldırılar o temelde daha da derinleştirilerek bir yere varılamaz. Tersine bu gerçeklik itiraf edilir, özür dilenirse bir insan ya da bir siyasi güç kendisini işlediği suçtan kurtarabilir. Ama diğer türlüsü bir kurtuluş getirmiyor. Tam tersine karşıtlığı ve dolayısıyla çelişki ve çatışmayı daha da süreklileştirip derinleştiriyor.

O bakımdan ABD Yönetimi artık gizli belgeleri açık etmeli, Önder Apo’ya dönük saldırı planını açıklamalı, bunu herkes böyle biliyor. Bu tarihe bizim belirttiğimiz gibi geçiyor. Yoksa kendi gizli tutumlarıyla hiçbir şey tarihe geçmiyor. Kürtler onları hiç dinlemiyor. Bunun bilinmesi lazım.

Burada komplo nasıl bozuldu? Komplocu imha nasıl önlendi? Önder Apo Suriye’ye geri dönmek istemedi. Geriye dönmenin yanlış olacağını değerlendirdi. Bütün yönlendirmelere rağmen reddetti. Çünkü Suriye’den çıkması istenmişti. Bir kere daha Suriye’ye gidip yapabileceği bir şey yoktu. Onun için yeni yer aradı. Yeni yer olarak da Rusya’ya gidebileceği imkânı belirince Atina’dan Suriye’ye dönmeyip örgütlendirilen özel bir uçakla Rusya’ya gitti.

Bu süreç biliniyor. Rusya’da iltica etti. Rusya meclisi ilticasını kabul da etti. Ama ardından komplocu güçler; ABD, İngiltere, İsrail hemen devreye girdiler. Türkiye’yi devreye soktular. Rusya Yönetimi üzerinde hem baskı oluşturdular hem de çeşitli vaatler geliştirdiler. O zaman Primakov Yönetimi vardı. Yeltsin yönetimdeydi. Onlarla TC. Yönetimini uzlaştırdılar. Türkiye’nin daha önce başka şirketlere verdiği “Mavi Akım” enerji projesini Rus şirketlerine verdiler. Böylece maddi rüşvetle Önder Apo’nun Rusya’daki ilticasını engelleyip Rusya’dan çıkartılmasını sağladılar. Bunun üzerine yeni yer arayışıyla Önder Apo Roma’ya gitti. İtalya’daki sol eğilimli Massimo D’Alema hükümetinin onayıyla Roma’ya gitti. İtalya’nın Zeytin Dalı hükümeti bu biçimde Avrupa merkezli olarak Kürt sorununa çözüm geliştirebileceğini sandı. Avrupa Birliği çerçevesinde Almanya ve Fransa’yla bir Kürt Konferansı düzenleme girişiminde bulundu. Fakat Fransa ve Almanya tümüyle kapıları kapattı. Reddettiler. Önder Apo’nun 8 maddelik Kürt sorununa demokratik siyasi çözüm açıklamasını kabul etmediler. Tersine kapıları Önder Apo’ya kapattılar. İtalya Hükümeti üzerinde de sınır dışı edilmesi için baskı uyguladılar.

Diğer yandan ABD ve TC. baskısı gelişti. İtalya’nın bugün de seçimi kazanıp hükümete gelen faşistlerinin söz konusu D’Alema hükümeti üzerindeki baskısı gelişti. Bunlar sonucunda Önder Apo İtalya’dan çıkmak durumunda kaldı. Böyle bir durum gelişince de bu sefer komplocu güçler Rusya üzerinden bazı ajanlarla örgütlenme yapıp Rusya’da taleplerinin kabul edildiği ve karşılanacağı yönünde Önder Apo’ya mesaj gönderdiler. Dolayısıyla Roma’dan çıkışın Rusya’ya yapılmasını sağladılar. Rusya’ya geri dönüş olunca da yaptıkları hazırlıklarla Önderliği CIA denetimine aldılar. Oradan Yunanistan’a götürdüler. Yunanistan’da uçak benzeri komplolarla imha etmek istediler ama yapamadılar. Hollanda’ya göndereceğiz diye Beyaz Rusya’ya, Minsk’e gönderdiler. Orada kış ortasında uçaktan indirip imha etmek istediler. Başaramadılar. Bütün imhacı yöntemler başarısız kalınca, Yunanistan Hükümeti’nin verdiği güvence temelinde Yunanistan’dan Kenya’daki Yunanistan Büyükelçiliğine götürdüler. Aslında Yunanistan Hükümeti oradan Güney Afrika’ya götürme ve orada iltica etmesini sağlama sözü vermişti. Önder Apo bu söz temelinde Kenya’ya gidişi kabul etti. Fakat Kenya’ya verdikleri söz temelinde götürmemişlerdi, imha etmek için götürmüşlerdi. Yunanistan Hükümeti eliyle Kenya’da imha etmek istediler. Önder Apo o girişimleri de boşa çıkartıp bütün imhacı yöntemleri bu şekilde başarısız kılınca sonunda CIA, MİT ile ilişki kurup imha edemediği Önder Apo’yu idam edilmesi için Türkiye’ye vermeyi planladı. Türkiye Yönetimi de bu durumu kabul edince 15 Şubat 1999’da Önder Apo’ya “Kenya’dan Hollanda’ya götürülüyorsunuz” denmesi ve kaçırılarak Türkiye’ye teslim edilmesi süreci gelişti. Dolayısıyla 9 Ekim komplosu imha amacını başaramayınca 15 Şubat komplosu olarak Önder Apo’nun Türkiye’ye verilmesi ve idam edilmesi biçimini aldı. Komplo bu temelde devam ettirilmek ve sonuca götürülmek istendi.

Bütün bunlar tarihsel olarak biliniyor. Yapan güçler de biliniyor. Anlamı ve hedefi de biliniyor. Önder Apo’nun neden hedeflendiği çok açıktır. Küresel kapitalist modernite sistemi, onun ABD öncülüğü, Önder Apo var oldukça PKK’yi tasfiye, gerillayı ezme, dolayısıyla Kürt soykırımını gerçekleştiremeyeceğini gördüğü için Önder Apo’yu imha ve tasfiye etmek üzere böyle bir uluslararası komployu planladı.

Aslında Önder Apo’nun hedeflenmesi Kürt sorununun devam ettirilmesiydi. Kürt sorununa çözüm arayışlarının boşa çıkartılmasıydı. Dolayısıyla çözüme, barışa, demokrasiye karşı bir saldırıydı. Kürt özgürlüğü olmasın, Kürt soykırımı devam etsin, dolayısıyla Kürt sorunu var olsun mevcut iktidar ve devlet güçleri de bu sorunun ortaya çıkardığı çelişki ve çatışmalardan ekonomik-siyasi çıkar sağlasınlar yaklaşımı belirleyici oldu. Aslında uluslararası komplonun hedefi, amacı budur. Bu amacı başarabilmek için Kürt varlık ve özgürlük mücadelesini geliştiren gerillanın ezilip PKK’nin tasfiye edilmesi gerekiyordu. Bunların gerçekleştirilebilmesi için Önder Apo’nun imhasını gerekli gördüler ve Önder Apo’yu imha etme hedefiyle uluslararası komployu planlayıp uygulamaya koydular.

Bunu kim yaptı? ABD yaptı. Hem de o zaman ki yönetim Demokratik Yönetimdi. Şimdi de demokratlar yönetimde ve o sorumluluğu taşıyorlar. Bu bir bütün olarak ABD’nin bir kararı, stratejisi. Sorumluluk sadece bir partide de değil. ABD’nin kendisindedir. Bunu İngiltere ve İsrail’le birlikte yaptılar. Bu konuda bütün NATO’yu kullandılar. Rusya’yı, Yunanistan’ı kullandılar. Almanya ve Fransa’yı Önder Apo’nun Avrupa’dan çıkartılması temelinde harekete geçirdiler. TC. Devleti’ni, Mısır Yönetimi’ni, Ortadoğu’daki tüm güçleri kullandılar. Aslında ABD, uluslararası komployu uygulamada ihtiyaç duyduğu tüm devletlerden ve örgütlerden güç ve destek aldı. Hiç kimse ABD’nin destek talebini reddetmedi. İstediğini verdiler.

 Önder Apo’ya kapıları sadece Güney Afrika Yönetimi açtı. Gelirse iltica hakkı vereceklerini kabul ettiler. Önder Apo da oraya ulaşmak istedi. Bu bakımdan sürecin tam bir sürek avı biçiminde geliştirilerek 15 Şubat komplosu haline nasıl getirildiği son derece net ve açık bir şekilde görülüyor.  

Soru-3) 1998 9 Ekim’inde gelişen komplo saldırısını Önder Apo nasıl karşıladı? Komploya karşı belirlediği mücadele çizgisi nasıl bir seyir izledi? Avrupa’ya çıkış tercihi bununla mı bağlantılıydı? Halk, hareket ve dostlar, 9 Ekim’den 15 Şubat 1999’a kadar geçen süreci nasıl bir bilinç ve duyguyla karşıladı? Tam bu gelişmeler yaşanırken ve Kürt kadınları, gençleri “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla duruş sergilerken uluslararası güçlerin ve temsilcilerinin yaklaşımı ne oldu?

Önder Apo tarihsel olarak gerçekleşmiş Kürt gerçeğini, Birinci Dünya Savaşı’yla ortaya çıkartılmış olan Kürt sorununu, bunun Kürtler, bölge ve dünya açısından, devletler ve halklar açısından ne anlama geldiğini, dolayısıyla Kürt sorununu çözme mücadelesini nasıl zorluklarla dolu, küresel kapsama ve tarihsel derinliğe sahip bir sorun olduğunu çok iyi biliyordu.

Aslında 1973 Önderliksel çıkışını gerçekleştirirken bu bilinç temelinde gerçekleştirdi. Uzun uzun araştırmalar, incelemeler yaptı. Yüzlerce, hatta binlerce kitap okudu. Tarihsel gerçekliği, küresel sistem gerçekliğini, Kürt ve Ortadoğu tarihini inceledi. Dolayısıyla Kürt sorununun nasıl bir sorun olduğunu bilince çıkardı. Çözüm için umut ve şansın olup olmadığını da araştırdı. Zorlukları gördü. Fakat zorluklar göğüslenirse, engeller aşılırsa Kürt sorununun çözümü, Kürt varlığının ve özgürlüğünün sağlanması için bir umut ışığının var olduğunu gördü. Bu umut ışığına sarılarak Önderliksel çıkış yaptı. Kendisini böyle zorlu bir mücadeleye yöneltti.

Bunu yaparken de şunu kendisi için net olarak belirledi: İnsanca yaşamanın başka yolu yok. Kürt halkının insanca var olup özgür yaşama kavuşmasının başka bir yolu yoktu. Dahası dünyada insanca yaşamın, özgür ve eşit yaşamın, demokratik sistemin var olmasının da başka bir yolu, şansı yoktu. Kürt sorunu çözülmeden hegemonik, sömürücü, köleci, baskıcı beş bin yıllık iktidar ve devlet sistemine dayalı küresel kapitalist modernite sisteminin değiştirilmesi, aşılması, bunun tersine kadın özgürlüğü temelinde özgür yaşama ve demokratik sisteme ulaşılması, alternatif bir özgür ve demokratik yaşamın var edilmesi mümkün değildi.

 Dünyada insanların özgür ve demokratik yaşama kavuşması için, dünya devrimi, demokratik ve özgürlük devrimi denen, alternatif bir dünya yaratma denen şeyin gerçekleşmesi için de başka bir şans yoktu. Kürt sorununun çözümü bütün bunların gerçekleşmesi için gerekli ve zorunlu bir şeydi. Bütün bunların bilince çıkartarak, zorlukları göğüsleme, engelleri aşmayı hedefleme temelinde böyle bir sorunun çözüm mücadelesine atıldı. O mücadeleyi geliştirme, öncülük etme, böyle bir mücadelenin önderliğini yapmayı kendine yedirdi. Kendinde kararlaştırdı. Böyle bir Önderliği kabul etti ve bu mücadeleye bunlar temelinde girdi.

Bütün bunlar neyi ifade ediyor? Önder Apo’nun mücadelenin engellerle dolu olduğunu, zor gelişeceğini, büyük cesaret ve fedakârlık istediğini, her adımda önüne bin bir türlü engelin içten ve dıştan çıkarılacağını, her türlü teslimiyetçi-ihanetçi, sömürgeci-emperyalist saldırıyla karşı karşıya geleceğini biliyordu. Mücadele anlayışını buna göre oluşturdu. Mücadele çizgisini bu temelde geliştirdi. Kendi mücadele tarzını bunlara göre oluşturdu.

Şunu hep öngördü: İmkân ve fırsatlar yüzde bir bile olsa oradan tutup geliştirme, iğne ucuyla kuyu kazarcasına bir tarzla devrimci mücadeleyi geliştirme, her zaman bir engel, saldırı, imhayla karşı karşıya kalacakmış gibi günlük işleri yürütme ve ona da açık olma, Önder Apo’nun temel yaklaşımı oldu. Zaferi gerçekleştirme hedefiyle Kürt sorununu, görülen umut ışığını başarıya götürerek çözme hedefiyle, anlayışı ve inancıyla mücadeleye girdi. Her an da bir saldırıyla karşılaşıp imha olabileceğini öngördü. İşlerini zafer çizgisinde yürüttü. Her an bir imhacı saldırıyla karşı karşıya kalmaya da hazır oldu. Önder Apo’nun anlayışı, felsefesi buydu, mücadele tarzı ve yaşamı buna göre oluştu. Bunu her zaman ifade de etti. Kürdistan’da, Kürt sorununu çözmek için mücadele etmek isteyenlerin hangi anlayışta ve tarzda olmaları gerektiğini halka, kadrolara, gerillaya kavratmak için bunu açıkça da söyledi. Bu anlamda her zaman benzer saldırıların olabileceğini değerlendiriyordu, açıktı.

Çeşitli dönemlerde benzer saldırılara da uğradı. Bunları hep boşa çıkarttı. Öncelikle tarzını bu tür saldırıların kendisine ulaşmasını engelleyecek temelde kurdu. Kişiliğini ona göre örgütledi, eğitti. Yaşamını ona göre düzenledi. Yaşam ve çalışma tarzını ona göre oluşturdu. Öyle ki her an gerçekleşme ihtimali olan saldırılar kendisine ulaşmamalıydı. Bu tür saldırıların ulaşması durumunda da bunların başarılı olmaması için de son derece dikkatli, duyarlı hareket etti. Hep disiplinli, örgütlü bir yaklaşım içinde oldu. Bu temelde “Biz o tür düzen yaşamlarını durduk” dedi. Kendisini tümüyle böyle bir yeni yaşama, onun tarzına yöneltti. Kendisini buna göre disipline etti, eğitip örgütledi. Aslında bu yolla uluslararası komploya kadar birçok saldırıyı boşa çıkardı. Pilot ve benzerleri gibi içten sızmaları boşa çıkarttı, çeşitli suikast girişimlerini başarısız kıldı.

Önder Apo her zaman Kürt sorununun çözümünü başarıyla gerçekleştirecek bir çizgide yaşadı ve mücadele etti. Onu planladı. Örgütlenmeyi ona göre yaptı. Mücadelenin strateji ve taktiklerini ona göre geliştirdi. Fakat her zaman da saldırılarla karşılaşılabileceğini, darbeler yenebileceğini, kendi de dahil her düzeyde imhacı saldırıyla karşı karşıya gelinebileceğini öngördü, varsaydı. Onu da bir ihtimal olarak sürekli gündemde tuttu. Eğer bu tür işler bu temelde yapılırsa başarılı olunacağını belirtti. Ama her an da kendini saldırıyla karşı karşıya kalınabilir gördü.

Bunlar temelinde mücadele anlayışını, çizgisini, strateji ve taktiklerini oluşturdu. 1976’dan itibaren Kürdistan’da gençlik hareketini geliştirmeyi, 1977’nin 18 Mayıs’ında Haki Karer yoldaşın katledilmesi ardından partileşme ve öz savunma temelinde kendini savunmayı hedefleyen direnme sürecini gündeme getirdi, geliştirdi. Ajanlaşmış, yapı, kurum ve kişilere karşı devrimci şiddet temelinde mücadele stratejisini öngördü ve partileşme süreci böyle bir strateji temelinde yürütülen mücadeleyle başarılı bir biçimde gerçekleşti. Bunu önlemek, devrimci gelişmeleri ezmek için geliştirilen 12 Eylül faşist-askeri darbesi karşısında Kürdistan’da ve Türkiye’de cepheler oluşturarak faşist-askeri saldırıya karşı gerilla temelinde direnmenin gerekli ve zorunlu olduğunu, bütün gelişmelerin ancak bununla sağlanabileceğini öngördü, buna inandı ve kendini bütün gücüyle böyle bir gerilla direnişini geliştirmeye yöneltti. Eksiklikleri, hataları bu temelde giderip 15 Ağustos 1984 gerilla atılımını başlattı ve onun her türlü ezilme, yenilme durumunu önleyerek başarıyla gelişmesini sağlamaya çalıştı.

Düşmanın 1987-’88 küresel planlı saldırısını birinci derecede boşa çıkartan Önder Apo’nun tarzı oldu. Daha sonra 1992 Güney Savaşı saldırısını boşa çıkartan, başarısız kılan yine Önder Apo oldu. Bunlar sonucunda dünya ve bölgedeki gelişmeleri de değerlendirerek 1993 Mart’ında Birinci Tek Yanlı Ateşkes ilan ederek Kürt sorununun demokratik siyasi çözüm sürecinin önünü açtı. Yeni bir strateji olarak demokratik siyasi mücadele stratejisiyle de çalışılıp başarı kazanılabileceğini değerlendirdi. Savaşın sorunu ortaya çıkardığını, bunun yeterli olduğunu, çözümün ise demokratik siyasetle gerçekleşmesi gerektiğini öngördü ve böyle bir mücadele sürecine yöneldi.

Düşman buna karşı topyekûn faşist-soykırımcı imha saldırısıyla karşılık verince buna karşı da gerilla ve halk direnişini geliştirerek amansız bir direnme içinde oldu. Bütün o çeteci yaklaşımları başarısız kıldı. Doğan Güreş’in, Tansu Çiller’in, Mehmet Ağar gibilerinin geliştirdiği, Demirel’in koordine ettiği çeteci soykırımcı saldırıları boşa çıkardı. Başarısız kıldı.

Bütün bunların sonucunda demokratik siyasi çözümün önünü açacak bir ateşkes sürecine ulaşmak için ’95-98 arasında bazı taktik planlamalar geliştirdi. Bunlarla da istediği sonuca ulaşamayınca ‘98’deki durumu değerlendirdi ve ateşkesle süreci götürmenin gerektiğine, artık var olan tarzla direnmenin hiçbir sonuç vermeyeceğine kanaat getirdi ve kararlılıkla 1 Eylül 1998 ateşkes sürecine yöneldi. Var olan pata durumunu aşmak, tıkanmayı gidermek, Kürt sorununun demokratik siyasi çözümünün önünü açmak için bunları yaptı. Yönelimi bu temeldeydi.

Buna karşı 17 Eylül Washington Antlaşmasıyla karşılaşınca, ardından Mısır ve Türkiye öncülüğünde Hafız Esad Yönetimine yapılan baskıyı içeren komplocu saldırılarla karşılaşınca durumu bu yaklaşım temelinde değerlendirdi. Ateşkese komplocu baskı ve saldırılarla karşılık veriyorlardı. Aslında olumlu yaklaşma sözü vermişlerdi. Dolayısıyla onları da boşa çıkartmak üzere ’93’te başlattığı süreci devam ettirme temelinde Avrupa’ya çıkış çağrılarına, girişimlerine olumlu yanıt verdi. Aslında ateşkes ve demokratik siyasi çözüm sürecini geliştirerek söz konusu komplonun zeminini kurutmak, daha harekete geçmeden başarısız kılmak istiyordu. Yani komplonun ölü doğmasını sağlatmak için çabalıyordu.

Fakat biraz geç kalınmıştı. Komplocu güçler ateşkes konumundan da yararlanarak hızla kendilerini planlayıp örgütlendirerek harekete geçti. Baskı ve saldırı sürecini başlattılar. Önder Apo da 1 Eylül ’98 ateşkesiyle başlattığı süreci amaçları doğrultusunda geliştirebilmek için ‘93’te başlattığı ama sürdüremediği siyasi çözüm sürecini derinleştirip başarılı kılmak için Avrupa’ya çıkışı daha doğru buldu. Hazırlıkları o temeldeydi. Avrupalı çeşitli çevreler hep bu tür çağrılar yapmıştı. Avrupa sözde demokratik görülüyor, Avrupa siyaseti demokratik çözümden yana olduğunu hep dile getiriyordu.

Diğer yandan Kürt sorununu Avrupa siyaseti yaratmıştı. İngiliz-Alman savaşının sonucunda ortaya çıktı. İngiltere ve Fransa’nın çizdiği Ortadoğu haritasında Kürdistan yok sayıldı. Kürdistan’ı yok sayan, yok edilmesini öngören, onlara kapıları açan Lozan Antlaşması gibi antlaşmaları İngiltere ve Fransa imzaladı. Dolayısıyla Kürt sorununu Avrupa ortaya çıkartmıştı. Çözümün de Avrupa üzerinde gelişmesi daha mantıklı, doğru olabilirdi. Onlara da bir fırsat vermek, tarihi hatalarını düzeltmelerini sağlamak istedi. Ne kadar samimiler ve gerçekten Kürt sorununun demokratik çözümü yönünde neler yapabileceklerini bu çerçevede görmek istedi.

Aslında Önder Apo her zaman iki alternatifli bir değerlendirme içinde oldu. Bunu savunmalarda, sonraki süreçlerde de uzun uzun ifade etti. Bunlar ülkeye gelmek ve Avrupa’ya çıkmaktı. Ülkeye gelmek açısından geç kalmıştı. Aslında o ‘90’ların başında olabilecek bir durumdu. Onu savunmada da net olarak ifade etti. Süreç biraz değişmişti. ’98 koşullarında ülkeye gelmesinin ’90 başındaki gibi imkânlar, fırsatlar yaratmayacağını, tersine çatışmayı olumsuz yönde daha fazla derinleştirebileceğini değerlendirdi. ’93’ten itibaren geliştirdiği sürecin sonucu olarak ve verilen mesajları da denemek, sınamak üzere Avrupa’ya çıkma ve Kürt sorununun demokratik siyasi çözümünün önünü bu temelde açma, onun pratiğini Avrupa üzerinden geliştirmek istedi. Dolayısıyla yönünü Avrupa’ya döndü. Ama tabii dikkati, duyarlılığı da hiçbir zaman kaybetmedi. Çünkü durumunun ne olacağı belli değildi. Kürt sorununun çözümü temelinde hareket ediliyordu ve Kürt sorununu bu dünya yaratmıştı. Ondan çıkar sağladıkları için sorunu sürdürüyor, çözmüyorlardı. Dolayısıyla Kürt sorununu çözme temelindeki çabaların engellerle karşılaşacağı, bu yönde atılan adımların önüne engel konacağı, bu yönde çaba harcayanların üzerine gelineceği bilinen bir durumdu. Kolay bir iş değildi. Avrupa’ya çıkmak ve Kürt sorununun siyasi çözümünü aramak en zor olandı. Önder Apo zor olanı tercih etti. Kürdistan’da devrimci bir parti kurmak da zordu, Önderlik bu zoru göğüsledi ve başardı. Yine Kürdistan’da gerillayı örgütlemek, geliştirmek çok zordu. Önderlik, 15 Ağustos 1984 atılımıyla gerillayı geliştirerek zora yönelen ve zoru başaran oldu.

‘98’de Avrupa’ya çıkmak da zordu. Kürt sorununun siyasi çözümünü aramak zorluklarla doluydu. Fakat bir umut ışığı yine vardı ve onu değerlendirmek üzere tekrardan zoru göğüsledi ve Avrupa sistemini de sınayan Avrupa’ya çıkış girişimini kararlaştırıp gerçekleştirdi. Belirttiğimiz gibi zor olduğunu bildiği için her zaman dikkatli, duyarlıydı. Olası saldırılara karşı sürekli tedbirliydi. Bu Önder Apo’nun mücadele tarzının esası oluyor. Dolayısıyla Yunanistan’da ilk engelle karşılaşınca hemen geri dönüşü değil, daha ileriye gidişi öngördü. Rusya’ya gidiş aslında 9 Ekim komplosunu boşa çıkardı. 9 Ekim imhasını önledi. 

Roma’ya gidişle birlikte Avrupa Birliği nezdinde Kürt sorununun demokratik-siyasi çözümünün gerçekleştirmesi gündeme geldi. Bunu Avrupa demokrasisine dayatma imkânı buldu. Aslında önemli bir süreçti. Komployu boşa çıkartma, yenilgiye uğratma imkânları çoktu. Fakat onun üzerine de bütün gericilik leş kargaları gibi saldırdı. D’Alema yönetimini adeta boğar hale getirdiler. İtalya’nın faşistleri TC’den aldıkları güç ve destekle her türlü tehditte bulundu. Hem Önder Apo üzerinde baskı çok oldu, hem de İtalya yönetimi üzerinde. Bu baskıları bertaraf etmek üzere, dostları da zorlamamak anlayışıyla Roma’dan çıkmayı kabul etti.

Sürecin olumsuz gelişimi Önder Apo’nun Roma’dan çıkışıyla oldu. Çünkü çıkış bir geriye dönüş gibiydi. Tekrar Roma’ya geldi, Rusya’ya dönüyordu. Orada her türlü gerici, komplocu plan yapılmış olabilirdi. Onları çok daha iyi dikkate almak gerekliydi. Önder Apo onu değerlendirdiğini de söyledi ve savunmalarında bu konuda kendisine Rusya Devleti adına güvenceler verildiğini belirtti. Böyle çok net güvenceler olmazsa öyle bir geri dönüşü yapmayacağını ortaya koydu.

Osmanlı da hile çok derler. İktidar ve devlet sisteminde hile çoktur. Kapitalist modernite sisteminin her şeyi yalan, hile, oyun üzerine kurulmuş. Dolayısıyla hile orada işledi ve Önder Apo’yu Rusya’ya dönüşte denetime almayı başardılar. Bu denetim altında Yunanistan’da, Beyaz Rusya’da, Kenya’da imha etmek istediler. Önder Apo bütün bunları çok dikkatli, duyarlı hareket tarzıyla önledi. Her türlü komplocu imha saldırısını tamamen kendi mücadele tarzıyla boşa çıkardı, başarısız kıldı. 15 Şubat komplosuna bu temelde gelindi. 15 Şubat’a giderken de aslında iyice daraltılmıştı. Her tarafla bağlantısı koparılmıştı. Örgütle, halkla bağlantıları kalmamıştı.

Tabii 15 Şubat’ı görme ve önleme Önder Apo’dan çok dışarının, başka güçlerin, hareketin ve halkın işiydi. Süreç 15 Şubat komplosuna evirildi. Böyle bir süreçte hareketin ve halkın tutumu nasıl oldu? Şunu ifade etmeliyiz: 9 Ekim komplosuna karşı mücadeleyi Önder Apo tek başına yürüttü. Rusya’ya çıktıktan sonra komployu deşifre etti. Değerlendirme yaptı, halka duyarlılık çağrısı yaptı. Halk, Önder Apo’yu sahiplenmek üzere sokaklara aktı. Bu Kürdistan parçalarında olduğu gibi Avrupa’da da gelişti. Daha önemlisi devrimciler, yurtseverler 9 Ekim’den itibaren Önder Apo’ya dayatılan gerçekliği hemen hissederek Önder Apo’yu sahiplenmek üzere eyleme kalktı.

Halit Oral ve Aynur Artan yoldaşlarla bu süreç başladı. Bu yoldaşlar zindanlarda “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla eyleme geçtiler. Bu bir fedai duruş, direnişti. Bu zindanların her tarafına, dışarıya yayıldı. Kürdistan parçalarında, Rusya dahil yurtdışında onlarca fedai eylem geliştirildi. Bu Zilan çizgisinin uygulanmasıydı.

Aslında Önder Apo’yu sahiplenmeyi ilk başlatan 30 Haziran 1996’da Dersim’de yaptığı eylemiyle Zilan’dı. 6 Mayıs 1996’da Önder Apo’ya yöneltilen imha saldırısına cevap veriyordu. Dolayısıyla Önder Apo’yu sahiplenme ve savunma direnişinin fedaice olması gerektiğini Zilan ortaya koydu. Onun fedai çizgisini Zilan yarattı, ön açtı. 9 Ekim’le birlikte de Zilan çizgisinde devrimci militanlar, dağda gerilla, sokaklarda gençler, halk, kadınlar “Güneşimizi Karartamazsınız” fedai direnişini geliştirdiler.

Önderlik gerçeğini duydular, hissettiler. Son derece zorlu, gergin bir süreci yaşadılar. Önder Apo her çağrı yaptığında meydanları doldurdular. Fedai eylemlerini geliştirdiler. Önder Apo etrafında ateşten savunma çemberi oluşturdular. Hiçbir harekette, halkta bu görülmemiştir. Hiçbir önderliği savunmada böyle bir yola başvurulmamıştır. Bunlar Kürdistan’da olduğu kadar dünyada da ilk defa oluyordu. Bunlar değişik düzeylerde herkesi etkiledi. Büyük bir direnme oldu ve aslında 9 Ekim’de başarılmak istenen komplonun 15 Şubat’a kadar başarısız kılınmasında Önder Apo’ya en büyük desteği bu tutum ve direniş verdi.

Dikkat edilirse dört aydan fazla komplo boşa çıkartıldı, başarısız kılındı. 15 Şubat ya da 9 Ekim gibi imha saldırıları önlendi. Komplonun boşa çıkartılabileceğini doğru bir yaklaşımla ve mücadeleyle engellenebileceği açığa çıktı. Süreç daha iyi yöneltilse, Önderlik gerçeği daha iyi anlaşılsa, Önderliğin halktan ve hareketten kopuşuna izin verilmeseydi kesinlikle 15 Şubat da önlenebilirdi. Uluslararası komploya karşı mücadele daha farklı biçimlerde, daha başarılı yöntemlerle geliştirilebilirdi. Bu süreç onu kanıtladı.

Burada hatalar ve eksiklikler oldu. Önder Apo’nun örgütten ve halktan kopması engellenemedi. Örgüt tarafından bunun tehlikesi görülemedi. Bunda halkın bir kusuru yoktur. Kusur, eksiklik kesinlikle örgütte, harekette oldu. Örgüt, Önderlikten kopuşun tehlikesini göremedi. Dolayısıyla komplo gerçeğini ve içerdiği tehlikeyi derinliğine anlayıp ona karşı Önderliğin yürüttüğü mücadeleyle bir bütün birleşemedi. Önderlik gerçeğinden kopuk kaldı. Eğer 15 Şubat ’99 önlenemediyse bu nedenle önlenemedi. Aslında kopukluk olmazsa Önder Apo’nun yürüttüğü mücadeleyle tam bir birlik içerisinde örgüt, halk mücadeleye yöneltilseydi, 15 Şubat kaçırma eylemi de deşifre edilebilir, önlenebilirdi. Burada eksiklik örgütte yaşandı. Önder Apo “Sahte dostluk ve yetersiz yoldaşlık” biçiminde bu eksikliği tanımladı ve bunun komplonun başarısına, 15 Şubat’ın gerçekleşmesine hizmet ettiğini, komploya karşı mücadeleyi zayıf bıraktığını net olarak belirtti. “Yetersiz Yoldaşlık” denen şey bu temelde yaşandı. Sürecin doğru ve başarı getiren, imhayı önleyen mücadelesini Önder Apo ve “Güneşimizi Karartamazsınız” direnişçileri yürüttüler. Bunlarla yeterince bütünleşemeyen örgüt yapısı ise 15 Şubat komplosunun gelişmesini önleyemedi. O yetersizlik de aşılmış olsaydı, yaşanmasaydı kesinlikle 15 Şubat 1999 önlenebilir, komploya karşı mücadele daha başarılı bir biçimde farklı yöntemlerle yürütülebilirdi.  

Soru-4) Uluslararası komplo, İmralı işkence ve tecrit sistemini inşa etti. Kürt Özgürlük Mücadelesine yöneltilen komplo saldırısında İmralı soykırım sistemi nasıl bir gerçekliği ifade ediyor? Neden kuruldu ve günümüze kadar hala ayakta tutuluyor?

Öncelikle 15 Şubat komplosu, yani Önder Apo’nun Kenya’dan kaçırılarak Türkiye’ye teslim edilmesi olayı üzerinde durmak lazım. Bunun için bazıları “Kürt sorununun İmralı ortamında çözülmesi için bu yapıldı” diyecek kadar iyimser bir yanlışlığa düştü. Kimileri “ABD, Önder Apo’yu Türkiye’ye teslim ederken idam edilmemesini şart koştu” dedi. Yani bu kaçırma ve teslim etme olayı üzerinde çok farklı görüşler ileri sürüldü.

Şunu ifade etmemiz lazım. Bilinmeli ki bu tür görüşlerin hepsi yanlıştır, yetersizdir. Anlamaya ve değerlendirmeye dayanıyor. Kendine göre niyetsel yaklaşımlar oluyor. Peki, gerçek olan nedir? 9 Ekim’de kim vurduya getirerek Önder Apo’yu imha etmek isteyen ABD, 15 Şubat 1999’a kadar bunu başaramayınca bu sefer bazı pazarlıklar karşılığında Türkiye’ye teslim ederek idam edilmesini ve bu temelde imhasının gerçekleşmesini öngördü. Gerçek olan durum budur. Bu konuda kesinlikle herhangi bir tereddüt yaşamamak lazım. Bu konuda tereddüt yaşayanlar, farklı görüş belirtenler için şunu sormamız lazım: Peki, 9 Ekim 1998’de ne yapılmak istendi? Önder Apo Avrupa’ya çıkartılmak mı istendi? Eğer öyle olsaydı bu zaten gerçekleşmişti. Ama sahip çıkılmadı. Niçin sahip çıkılmadı? Amaç Önder Apo’nun Avrupa’ya çıkartılması mıydı? Hayır. Aslında Suriye’den çıkartılıp Yunanistan’a da sokulmayarak bu dünyadan, iktidarcı ve devletçi dünya sisteminden kopartılmış bir biçimde imha edilecekti.

Bu durumda ne Suriye ne de Yunanistan bunun sorumluluğunu taşıyacaktı. Neden? Çünkü Suriye “benden çıktı gitti. Nereye gitti bilemiyorum. Benim herhangi bir sorumluluğum yoktur” diyecekti. Yunanistan ise zaten ülkesine almamıştı, dolayısıyla kimse bundan Yunanistan’ı sorumlu da tutamazdı. Herhangi bir kayıtta yoktu. 9 Ekim komplosu öyle planlanmıştı ki Önderlik küresel iktidar ve devlet sisteminin resmiyetinden, yasallığından tümüyle kopartılmıştır. Böylece vurulacaktı. Tabii kim vurduya getirilecekti. Hiç kimse nerede, nasıl vurulduğunu bile bilmeyecekti.

ABD bu tür operasyonlar yapıyor mu? Yapıyor. Daha sonra da yaptı. Aslında daha sonra yaptığı operasyonların başlangıcı Önder Apo’ya dönük 9 Ekim komplosudur. Diğerleri boşa çıkaramadı. Bir kısmı imha oldu. Önder Apo Yunanistan’a giremediğinde tekrar Suriye’ye dönmeyerek 9 Ekim komplosunu boşa çıkardı.

Şimdi eğer 9 Ekim’i böyle değerlendireceksek o zaman 15 Şubat komplosu için Kürt sorunu çözülsün diye ABD, Önder Apo’yu Türkiye’ye teslim etti, ya da idam etmemek koşuluyla teslim etti gibi görüşlerin hiçbir anlamı geçerliliği, değeri söz konusu olmaz. Zaten imha etmek istiyordu. Başaramadığı için sonunda bazı çıkarlarını karşılama temelinde Türkiye’ye anlaşmayla teslim etti. Çok iyi biliyordu ki mevcut Türkiye yasaları hiç uzatmadan Önder Apo’yu idam edecekti. Böylece ABD’nin, yani komployu planlayan, kararlaştıran, yürüten, başarmak isteyen güçlerin istedikleri gerçekleşmiş olacaktı. O zamanki ABD Yönetimi’nin Önder Apo’yu Türkiye’ye teslim ederken bundan hiçbir tereddüttü, kaygısı yoktu. Zaten hiçbir anlaşma da idamı önleyemezdi. Kaldı ki komplocuların öyle bir yaklaşımı yoktu. Komplocular zaten Önder Apo’yu imha etmek istiyordu. Kim vurduya getirerek imha edemediler, bu sefer idam yöntemiyle imha edilmesini öngörmüşlerdi. Bir defa bu gerçeğin iyi bilinmesi lazım. Daha sonraki olaylara bakılarak Önder Apo’nun Türkiye’ye teslim edilmesini ve İmralı sürecini kesinlikle yanlış değerlendirmemek gerekiyor.

Peki, bu anlaşma ne karşılığında söz konusu oldu? Bunu da artık herkes biliyor. ABD’nin Bağdat’a yönelteceği işgal saldırısına TC. Devleti’nin destek vermesi karşılığında Önder Apo 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye verildi. Önder Apo dışarıdayken, mücadelenin başındayken ABD, Bağdat’a saldırmaktan korktu. Güney Kürdistan ve Irak’ta PKK etkinliği gelişir, Önder Apo bu tür bir müdahaleye karşı mücadele eder, böylece ABD’nin işgalci hegemonyasını bozar değerlendirmesiyle korktu ve Bağdat’a yapacağı işgal saldırısından önce tedbir olarak Önder Apo’nun etkisiz kılınmasını öngördü. Bunu gerçekleştirmek üzere de 9 Ekim 1998’de başlatılan uluslararası komployu başlattı ve yürüttü. Kim vurduya getirme yöntemiyle imha edemeyince bu sefer 15 Şubat komplosu biçiminde Önder Apo’yu Türkiye’ye teslim edip idam yöntemiyle bunu gerçekleştirmek istedi. Önder Apo’nun Türkiye’ye teslim edilmesi karşılığında TC. Devleti, ABD’nin olası bir Bağdat saldırısına karşı çıkmayacak, tersine destek verecekti. ABD’ye verilen söz buydu. Önder Apo’nun Türkiye’ye teslim edilmesine karşılık olarak TC. Devleti de ABD’nin Bağdat işgal saldırısına destek verecekti.

Nitekim daha sonra Türkiye sözünü tutmayıp ABD’nin işgal saldırısına destek vermeyince ABD ile TC. arasındaki ilişkiler çok gerginleşti. Bir dönem neredeyse karşılıklı çatışmaya kadar bile vardı. Onun misillemesini ABD Yönetimi, Irak’ta Türk subaylarının kafasına çuval geçirip tutuklayarak cevap verdi. İş bu düzeydeki bir çatışmaya kadar gitti.

Demek ki daha o zamandan Bağdat’a işgal saldırısı yapmayı ABD planlamıştı. Onun için Önder Apo’ya dönük uluslararası komplo saldırısı bir zemin hazırlama oldu. 11 Eylül İkiz Kule saldırısı ikinci zemin hazırlama oldu. Sonuçta 2003 Newroz’undan itibaren ABD, Türkiye’den aldığı söze dayanarak çok güvenli bir biçimde Bağdat’a işgal saldırısı başlattı. Körfezden bir güçleri ilerlerken, diğer bir gücü de Kuzeyden götürüp Bağdat’ı kuzeyden ve güneyden kuşatarak kısa sürede almayı planlamıştı. Bunu gerçekleştirmek üzere Akdeniz üzerinden İskenderun’a hareket eden ABD askerlerini TC. Devleti, o zamanın AKP hükümeti geri çevirdi.

Dolayısıyla İmralı işkence ve tecrit sisteminin oluşturulmasından önce 15 Şubat komplosunun bir idam saldırısı olduğu gerçeği görülmelidir. Bu, Önder Apo’nun idamı üzerine planlanmış bir saldırıydı. İmralı sadece bu işlemlerin yürütülmesi için uygun bir yer olarak hazırlandı. Göstermelik mahkeme ve idamın gerçekleşeceği zaman diliminde bu yerin bu şekilde işlev görmesi öngörüldü.

Tabii süreç sonra değişti. Önder Apo komplocu imha yöntemini boşa çıkarttığı gibi 15 Şubat komplosunun idam yöntemini de boşa çıkardı. Komployu değerlendirerek, komplonun Türkiye Devleti ve toplumuna dönük boyutlarını ortaya koyarak Türkiye içinde yoğun bir mücadele yürütüp devletle toplum içindeki çeşitli kesimleri bu konuda ikna ederek idamı önledi.

Nitekim Önder Apo’nun Kenya’dan kaçırılıp Türkiye’ye götürüldüğü zaman Başbakan olan Bülent Ecevit “ABD Apo’yu bize niye verdi, bir türlü anlayamadım” diyerek bunu itiraf etti. Nasıl bir tereddüt yaşadıkları bu itirafla ortaya çıktı. Önder Apo buradan değerlendirmelerini geliştirerek komplonun sonu gelmez bir Türk-Kürt savaşını hedeflediğini ve bundan Türkiye Devletinin ve toplumunun en az Kürtler kadar zararlı çıkacağını, komplocuların amacının idamla böyle bir süreci başlatmak olduğunu değerlendirip çeşitli Türkiyeli çevreleri etkileyerek, yine bu değerlendirmeler temelinde hareketin ve halkın Önder Apo etrafında birleşmesini sağlayarak idamı önledi.

İdam etmek isteyen güçler Türkiye’de azınlığa düştü. Birçok güç idamın Türkiye Devleti’nin ve toplumunun zararına olduğunu değerlendirdi. İdam yerine Önder Apo’yu başka türlü imha etmenin, etkisiz hale getirmenin yollarını aradılar. Onu kendileri için daha faydalı gördüler. Tartıştılar, değerlendirdiler. Sonuçta idam değil, diğer yöntemi tercih ettiler. Diğer yöntem neydi? Çürütme politikasıydı. İmralı işkence ve tecrit sistemi içerisinde çürütme politikasıydı. Önder Apo buna “İmralı mücadelesi” dedi. Önder Apo’yu fiziki olarak idam etmek değil, İmralı İmralı işkence ve tecrit sistemi içerisinde düşünsel ve siyasi olarak imha etmeyi hedefliyorlardı.

Yoksa İmralı sistemini oluşturanlar Önder Apo orada yaşasın, çalışsın, yeni düşünceler üretsin, Kürt Özgürlük Mücadelesini geliştirsin, dünya halklarının, kadınlarının, gençlerinin, ezilenlerinin özgürlük ve demokrasi mücadelesi için yeni düşünceler üretip katkılar sunsun diye tutmadılar. İmralı sistemi de öyle oluşturulmadı. Tersine İmralı sistemi Önder Apo’yu fiziki olarak idam edemeyen, idamı kendi çıkarları açısından zararlı gören TC. Devleti’nin, Önder Apo’yu düşünsel ve siyasi olarak imha etmesini sağlayacak bir yöntem, araç olarak örgütlendirildi, düzenlendi.

Nitekim İmralı işkence ve tecrit sistemini oluşturanlar böyle değerlendiler. Ege Ordu Komutanı Hurşit Tolon vardı. İmralı sisteminin hazırlanmasında rol oynamıştı. O kişi şu açıklamayı net olarak yaptı: “Hiç meraklanmayın, öyle bir sistem oluşturduk ki Apo idama şükredecek, idam onu bir kere öldürecek, İmralı sistemi içerisinde Apo her gün bin kere ölecek” dedi. İmralı sistemi böyle bir sistemdir. Çürütme politikasının uygulanma sistemi, fiziki olarak imha edilemeyen bir gücün düşünsel ve siyasi olarak imha edilmesini sağlama sistemidir. İmralı tamamen bu amaçlar doğrultusunda ve bu amaçları gerçekleştirecek yöntemlere göre hazırlandı, oluşturuldu. Önder Apo da böyle bir sistem içine alındı.

Demek ki İmralı sistemini oluşturanlar Önder Apo’yu fiziki imha edemeyince her gün bin defa ruhen, fikren, duygu ve düşünce olarak imha etmeyi sağlayacak bir sistem olarak öngördüler. İmralı’yı, Önder Apo’nun düşünsel ve siyasal açıdan bitirilmesi yeri olarak düzenlediler. Nitekim Önder Apo bu sistemi “tabutluk” olarak tanımladı. Kendisi için yeni bir öldürme yeri ve yöntemi olarak değerlendirdi. Bu biçimde İmralı’dan hangi sonuç alınmak isteniyordu? Birincisi Önder Apo düşünsel ve siyasi olarak imha edilecek, yenilgiye uğratılacak, etkisiz hale getirilecekti. İkincisi ona dayanılarak PKK tasfiye edilecek, dolayısıyla Kürt varlık ve özgürlük mücadelesi yok edilecek, bu temelde Kürt soykırımı gerçekleştirilecekti. Üçüncüsü ve esası İmralı Kürt soykırımının gerçekleştirildiği, Kürt direnişinin, özgürlük ruhunun, bilincinin, iradesinin yok edildiği, tarihe gömüldüğü, dolayısıyla soykırımın gerçekleştirildiği bir yer haline getirilecekti. Kürt’ün bitirildiği yer olacaktı. Kürt toplumunda varlık, özgürlük iradesi bırakılmayacaktı. Kürtlük ve özgürlük İmralı’ya gömülecek, İmralı’da yok edilecekti. İmralı sistemi tamamen böyle bir amaçla oluşturuldu.

Tabii gelişmeler bunun tersi oldu. Gelişmeler bunun tersi oldu diye “İmralı sisteminin amacı bu değildi” diyemeyiz. Evet, gelişmeler bu amacın tersi oldu. Ama bu ters durum nasıl ortaya çıkartıldı? Büyük bir mücadeleyle ortaya çıkartıldı. Nasıl ki 9 Ekim’in imha yöntemi boşa çıkartıldıysa, nasıl ki 15 Şubat’ın idam yöntemi boşa çıkartıldıysa, İmralı işkence ve tecrit sisteminin çürütme politikası da boşa çıkartıldı. Kim tarafından? Önder Apo tarafından boşa çıkartıldı. Önder Apo etrafında kenetlenen Özgürlük Hareketi, Kürt halkı, kadınları ve gençleri tarafından boşa çıkartıldı.

Önder Apo tarafından İmralı işkence ve tecrit sistemine, çürütme politikasına karşı, soykırım sistemine karşı varlık ve özgürlük mücadelesi İmralı koşullarında da çok etkili bir biçimde yürütülerek İmralı sistemini oluşturanların amaçları boşa çıkartıldı. İmralı mücadelesini Önder Apo, PKK kazandı. İmralı sistemini oluşturan sömürgeci-soykırımcı güçler İmralı mücadelesini kaybettiler, yenik düştüler. Bu açık bir gerçek. Önder Apo son derece bilinçli ve planlı bir mücadeleyi İmralı işkence ve tecrit sisteminde yürüttü. Hiç kimse buna inanmıyordu. Hareketin etrafında toplanmış birçok yurtsever, aydın kişi de bu olmaz diyordu. Kendilerini devrimci-demokrat sayan çevreler de olmaz diyordu. Önder Apo’nun İmralı’da mücadele etme isteminin gerçekleşmeyecek, başarılamayacak bir yöntem olduğunu değerlendiriyorlardı.

Nitekim Önder Apo böyle bir mücadeleye girerken bir şans istedi. Örgütten ve halktan destek destek talebinde bulundu. “Başka çaremiz de yoktur” dedi. PKK yönetimi, örgütü ve Kürt halkı Önder Apo’nun bu talebine evet dediği, destek verdiği için birçok çevre tarafından şiddetle eleştiriye maruz kaldı. Onların aklı almıyordu. “İmralı’da mücadele mi olur? Öyle bir yerde devlete, sömürgeci zihniyet ve siyasete karşı mücadele edilerek Kürt varlık ve özgürlük mücadelesi geliştirilemez” diyorlardı. Bunun asla olmayacağı şeklinde değerlendirme yapıyorlardı. Ama Önder Apo, onların mümkün görmediğini mümkün hale getirdi. Olmaz dediklerini olur kıldı. Akıllarının almadığını gerçekleştirdi. İmralı sistemini hazırlayanların da bütün amaç ve hedeflerini boşa çıkartacak bir mücadeleyi ortaya çıkardı.

Bunu son derece inançlı, disiplinli yaşamı ve çalışmasıyla yaptı. Okudu, inceledi, yoğunlaştı. Dogmatizmin, kalıpçılığın bütün etkilerini kırdı. Süreci iyi değerlendirdi. Yeni düşünceler üretti. Çok kıt olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi süreçlerinden de yararlanarak yoğunlaşmalarını savunmalar biçiminde yazılı hale getirip harekete ve halka ulaştırmayı başardı. Böylece PKK’yi değişim ve dönüşüme uğrattı. Yenilikler yarattı, yeni düşünceler üretti. Böylece İmralı çürütme politikasını yenilgiye uğrattı. Bu politikayı uygulayan Ecevit Hükümetiydi. Bu hükümetin temel hedefi Avrupa Birliği’ne girmekti. Avrupa Birliği’nin bireysel hakları temelinde güya Kürt sorununu çözüme kavuşturup PKK ve Önder Apo’nun Kürt halkının demokratik hakları biçimindeki çözüm arayışını boşa çıkartmak istiyordu. Bunun için Ecevit Hükümeti her türlü çalışmayı yaptı. Meclisi bir fabrika gibi çalıştırdı. Önder Apo üzerinde her türlü kısıtlamayı geliştirdi.

Fakat sonunda Önder Apo yeni düşünceler üretmeyi başardı. Ürettiği düşünceleri yazılı hale getirip mahkeme üzerinden harekete ve halka ulaştırmayı başardı. Böylece Avrupa Birliği’ne girişi ifade eden bireysel haklar üzerinden Ecevit Hükümeti’nin “Kürt sorununu çözdüm” diyerek Kürt soykırımını gerçekleştirme çizgisini boşa çıkardı. Yenilgiye uğrattı. Onun yerine Özgür Kürdistan Demokratik Ortadoğu çözümünü geliştirdi. Ortadoğu çapında Kürt sorununun çözüm çizgisini, programını, strateji ve taktiklerini ortaya koydu. “Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa” adlı savunmasında bunu geniş bir biçimde ifadeye kavuşturdu. Kürt sorununu Ortadoğu’nun demokratikleşmesi, Ortadoğu merkezli yeni bir demokratik uygarlığın geliştirilmesi temelinde özgürlükçü çözüme kavuşturulabileceğini, gelişmenin böyle olacağını gösterdi. Demokratik Ortadoğu Özgür Kürdistan programını ortaya koydu. Böylece Ecevit Hükümeti’nin Avrupa Birliği çerçevesindeki “bireysel haklar çözümü” adı altındaki çözümsüzlüğünü boşa çıkarttı, yenilgiye uğrattı. İmralı mücadelesini Önder Apo böyle kazandı. Hareket ve halk olarak Önder Apo’nun bu mücadelesine tam destek verildi. Bunun gerçekleşmeyeceğini söyleyen bütün çevrelere karşı duruldu. Onlara karşı mücadele edildi. Önder Apo’nun çabaları başarılı oldukça o tür çevreler yanıldıklarını gördüler. Tekrar değişim yaşayarak Önder Apo ve PKK’nin geliştirdiği mücadele etrafında toplanmaya, tekrar o mücadeleden güç ve destek almaya yöneldiler.

Demek ki İmralı sistemi Kürt soykırımını gerçekleştirmek, Kürt varlık ve özgürlük iradesini tarihe gömmek için kurulmuştu. Bunu Önder Apo yürüttüğü mücadeleyle boşa çıkardı. Hareket ve halkın desteğini alarak yürüttüğü mücadele başarılı oldu. Komplocuların, İmralı işkence ve tecrit sistemini oluşturanların bu amaçları boşa çıktı.

Peki, bütün bunlara rağmen hala neden ayakta tutuluyor sorusu önemlidir. Dikkat edilirse İmralı mücadelesi aslında tamamlandı. Çürütme politikası başarısız kılındı. Kürt varlık ve özgürlük iradesini İmralı tabutluğuna gömme hedefi yenilgiye uğratıldı. İmralı mücadelesini Önder Apo ve Kürtler kazandılar. Bu temelde aslında İmralı işkence ve tecrit sistemi parçalandı. Önder Apo düşüncelerini üretti, dışarıya taşırdı. PKK kendisini yeniledi, Kürt halkı, Önder Apo’nun demokratik-ekolojik-kadın özgürlükçü paradigması temelinde kendisini eğitti, yeniden yapılandırdı ve özgürlük mücadelesini 24 yıldır büyük bir cesaret ve fedakârlıkla geliştirdi.

Bu durum PKK ve Kürt halkıyla da sınırlı kalmadı. Başta Türk, Arap, Fars, Ermeni, Asuri halkları olmak üzere Ortadoğu halklarına, yine dünyanın her tarafındaki kadınlara, gençlere, işçilere, emekçilere, tüm devrimci-demokratik güçlere yayıldı. Önderliksel duruş İmralı mücadelesinde evrenselleşti. Ulusal sınırları da aştı. Böylece İmralı soykırım sistemi parçalandı. İmralı işkence ve tecrit sistemi yenilgiye uğratıldı, başarısız kılındı.

Buna rağmen bu sistem niye hala ayakta tutuluyor? Çünkü bütün bunlara rağmen AKP-MHP faşist diktatörlüğü şahsında daha da somutlaştığı gibi ırkçı-şoven Türk milliyetçiliği hala Kürt soykırımından vazgeçmiş değil. Hala imkân ve fırsat yaratır, bir yol ve yöntem bulur, Kürt soykırımını gerçekleştiririm diye hesap ediyor.

İmralı işkence ve tecrit sistemi parçalandı. Önder Apo İmralı’da büyük bir düşünsel, siyasi zafer kazandı ama bunlar dışarıda, Kürdistan’da, Ortadoğu’da, dünyada henüz yeterince örgüte ve eyleme dönüşmedi. Dolayısıyla Türkiye’de, Ortadoğu’da, dünya’da demokratik modernite çizgisinin gerektirdiği değişim ve dönüşüm gerçekleşmedi. Dolayısıyla Kürt sorununun demokratik çözümü henüz siyasi olarak gerçekleşmedi. O yüzden Kürt sorununu yaratan ve ondan fayda sağlamaya çalışan sistem, eskisi kadar olmasa da parçalanmış delinmiş olsa da hala varlığını sürdürüyor. Hala kendisini etkin kılmaya çalışıyor. Hala Kürt sorununu sürdürüp onun üzerinden çıkar sağlamaya çalışıyor. Dolayısıyla Kürt sorununu yaratan küresel kapitalist modernite sisteminin zihniyet ve siyasetinde değişiklik olmadı. Kürt’ü inkâr ve imha eden zihniyet değişmedi.

Aynı şey Türkiye’de ırkçı, şoven, milliyetçi, Kürt düşmanı zihniyet ve siyasetin bir biçimde devam etmesini de ifade ediyor. Bu nedenlerden dolayı İmralı soykırım sistemi, işkence ve tecrit sistemi sürdürülmeye çalışılıyor. İkincisi ise Önder Apo’nun sürece daha çok müdahil olmasından korkuluyor. Düşüncesinden korkuluyor. Türkiye, Ortadoğu ve dünyadaki gelişmelere siyasi, sosyal, kültürel, askeri olaylara dair görüşleri küresel kapitalist modernite sistemiyle sömürgeci-soykırımcı TC sistemini korkutuyor. Çünkü çok doğru ve derinlikli tahlil ediyor. Önder Apo çok iyi anlıyor. Tarihsel derinliği ve küresel boyutu iç içe, birlikte ele alıyor ve anlıyor. Sorunları ortaya doğru koyuyor. Olayları doğru ve bütünlüklü değerlendiriyor. En önemlisi de tüm bu olaylara gerçekleşebilir, doğru, demokratik çözüm yöntemleri öneriyor. Bu da kapitalist modernite sistemini, ulus devlet faşist gericiliğini korkutuyor, zorluyor. Onlara karşı kadınların, gençlerin, işçi ve emekçilerin, Kürt halkının, insanlığın bilinçlenmesi, dolayısıyla örgütlenip mücadele etmesi anlamına geliyor. Bunları engellemek için Önderlik düşüncelerinin örgütleyici, eğitici ve mücadeleye sevk edici gücünden korktukları ve bunu engellemek istedikleri için İmralı işkence ve tecrit sistemini sürdürüyorlar.

Üçüncü olarak da tabii bir korkuluk olarak tutuyorlar. 24 yıldır İmralı işkence ve tecrit sistemi, soykırım çizgisinde sürdürülüyor. 19 aydır Önder Apo’dan hiç haber alınamıyor. Hiçbir hukuk kuralı, ahlaki ilke orada uygulanmıyor. Tamamen faşist TC. yönetiminin, AKP-MHP faşist diktatörlüğünün istediği gerçekleşiyor. Tayyip Erdoğan, Devlet Bahçeli kişilikleri diktatörlüklerini buradaki uygulamalarla ortaya koyuyor. Bir güç gösterisi olarak, üstünlük aracı olarak İmralı işkence ve tecrit sistemini değerlendiriyorlar. Bütün bunlar aslında İmralı işkence sistemi ve Önder Apo’nun o sistem içinde tutulmasının bir korkuluk olarak yaşatılmak istendiğini ortaya koyuyor. Dolayısıyla mevcut İmralı sistemi herkes için, her Kürt için bir tehdittir. Bir korkutma aracıdır.

 Aynı zamanda Türkiye’nin her devrimcisi, demokratı için Kürtlerle yoldaşlaşmak, dayanışma içinde olmak isteyen Türkler için bir tehdittir. Aslında tüm insanlık için bir tehdittir. Tüm devrimci, demokrat, sosyalist insanlar için bir tehdittir. “Bakın bize karşı çıkanlara biz böyle yapıyoruz. Bu kadar gücümüz, etkimiz var. Karşı çıkanları bu hale getiririz” diyerek korku yaymaya çalışıyorlar. Bu biçimde insanları mücadeleden uzaklaştırmak istiyorlar. Mücadele iradelerini kırmak, bilinçlerini zayıflatmak istiyorlar.

Son olarak bazıları “Önder Apo’yu rehine olarak tutuyorlar. Dolayısıyla Kürt sorununun çözümü değil de özgürlük güçlerinin tasfiyesi için bu baskı ve işkence sisteminden faydalanmak istiyorlar” diye de değerlendiriyor. Ben ona çok fazla ihtimal vermiyorum. Çünkü o duvarlar çoktan aşıldı. Önder Apo’nun nasıl bir kişilik olduğu 50 yıldır yürüttüğü mücadeleyle, bu mücadelenin gelişme çizgisiyle net ortaya çıktı. 24 yıldır da İmralı işkence ve tecrit sisteminde bir çizgi ortaya çıkardı. En zor ortamları, engelleri aştı, zorlukları yendi. Artık gerçekleşmiş bir hakikat haline geldi. Dolayısıyla oradan öyle bir sonuç çıkmayacağını sanıyorum İmralı sistemini yönetenler, sürdürenler de artık bunu iyi biliyor ve kabul ediyorlar. O yönlü çok umutları kalmamıştır. Fakat yine de Önder Apo’dan bir sonuç alamıyorlarsa da çevreye böyle bir izlenim vermeye çalışıyorlar. Kafa karıştırmak için İki de bir “Apo şöyle yapıyor, böyle yapıyor, Apo’yla şöyle görüşüyoruz” diye açıklama yapıyorlar. Kürt toplumunun mücadelesini zayıflatmak için özel psikolojik savaş kapsamında açıklamalar yaparak bu durumu kendileri açısından kullanışlı bir hale getirmeye çalışıyorlar. O kadar zayıflamışlar ki bu tür psikolojik savaşın sonuçlarından bile medet umar hale gelmişler. Yoksa İmralı direnişi karşısında her bakımdan yenilmişler, bitmişlerdir. Herhangi bir engelleyicilikleri kalmamış. Ama yine de ufak bir kafa karışıklığı yaratacak bir psikolojik savaş bile bizim için faydalıdır diye düşünüyorlar. O denli zayıf hale gelmişler.

 

Soru-5) 25 yıllık mücadele sürecinde kapitalist modernist güçlerin saldırıları nelerdi? İdeolojik, siyasi ve askeri olarak nelerle karşılaştınız?  Kürdistan’da, yine bölgesel ve küresel çapta nasıl bir plan uygulandı?  

Oldukça anlamlı bir soru. Gerçekten de çok yönlü araştırmayı ve tüm boyutlarıyla incelemeyi ortaya koymayı gerektiriyor. Çünkü ziyadesiyle eğiticidir. Benzer durumda olan herkes yararlanabilir. Kısaca biz uygulama durumu üzerinde durabiliriz. Mesela Kürdistan üzerindeki mücadelede de iktidar blokları var. Bunlar Kürt soykırımını yürütüyor. Kürt halkıyla ve özgürlük mücadelesiyle çatışma içindeler. Ama aynı zamanda kendi aralarında da çelişki ve çatışma var. Kürdistan üzerindeki mücadeleyle de zaman zaman kendi aralarındaki bu çelişki ve çatışmalar da bir örtüşme oluyor. Mesela bir taraf uluslararası komployu kararlaştırdı, planladı, örgütledi, uygulamaya koydu. Bu taraf kimdi? ABD öncülüğündeki taraftı; ABD, İngiltere ve İsrail’le birlikte NATO’ya dayalı olarak kendi etkisi altındaki tüm devletleri ve örgütleri Önder Apo’ya yönelttiği uluslararası komplo saldırısında kullandı. Böylece Önder Apo’yu imha ve PKK’yi de buna dayanarak tasfiye etmek istediler.

Nitekim 15 Şubat ’99 komplosu gerçekleştirilince bu tür güçler hemen ortaya atılarak PKK’nin altı aylık ömrünün kaldığını, altı ay sonra PKK’nin tümden tasfiye olacağını propaganda etmeye yöneldi. Yani uluslararası komplo saldırısıyla Önder Apo’nun imha edilip PKK’nin tasfiye edilmesinden yanaydılar. Peki, Kürdistan ve yer küredeki iktidar çatışmasında onlarla karşıt olan güçler ne yaptı? Onlar da gelişmeleri sinsice izlediler, PKK’nin içine düştüğü durumlara bakıp kendilerini ona göre öyle bir planladılar ki ABD blokunun imha ve tasfiye ettiği güçler imha olsunlar ama ondan kurtulan, imha edilemeyenler de gelip kendilerinin planları içine düşsünler, kendilerine teslim olsunlar, kendileri tarafından kullanılır hale gelsinler şeklinde bir yaklaşımın sahibi oldular. Örneğin 2000 yılındaki YNK-İran planlaması böyleydi.

’99 yılı boyunca ABD’nin, TC’nin yürüttüğü saldırıların sonuçlarına dayanarak 2000 yılında bundan kurtulan PKK’lilerin bağımsız bir irade geliştiremeyeceğini değerlendirerek gelip kendilerine teslim olacağını sandılar ve PKK çevrelerini teslim alacak politikalar geliştirmeye, siyasi-askeri planlar oluşturup buna göre hareket etmeye yöneldiler. 2000 Mayıs’ından itibaren Kandil’de PKK’yi kuşatmaya çalıştılar. Kış gelince PKK, çaresiz kalır, bize teslim olur hesabı yaptılar.

2000 Eylül sonunda PKK ve YNK arasında yaşanan savaş bu plan nedeniyle ortaya çıktı. PKK, tehlikeyi gördü, YNK’nin bu tehlikeye alet olan tutumunu anladı. Tabii biraz da kızdı, öfkelendi. Diğer yandan bu planın zayıf ayağı da YNK’ydi. Dolayısıyla YNK ile yapılan savaşla söz konusu planı bozdu. Çünkü ABD blokunun karşıtı olan İran-YNK bloku da aslında PKK’nin imha ve tasfiyesinde ABD blokunun yaptıklarını tamamlamayı hedefliyordu. Büyük kısmını ABD bloku imha ve tasfiye ediyorsa geri kalanları da bize teslim olsunlar, biz kullanalım, böylece komplonun PKK’yi imha ve tasfiyesini tamamlayalım dediler. Bu kadar tehlikeliydi.

Aslında benzer yaklaşımlar şimdi de sürüyor. Onun için belirtiyorum. Farklı iktidar blokları arasındaki çelişki ve çatışmanın Kürt özgür mücadelesine, PKK’ye yansımaları böyledir. Benzer durumlar hala da zaman zaman gündeme geliyor. Ama 2000’deki durum çok net ve somuttu.

Diğer yandan bir şeker ve kamçı politikasından söz ettik. Bu aslında bütün egemen güçlerin uyguladığı baskı ve sömürü yöntemidir. Bütün sömürgelerde uygulanan yöntem budur. Bu Kürdistan’da da her zaman uygulanıyor. Komplo öncesinde de uygulanmıştı. Komplo sonrasında da uygulanıyor. Mevcut haliyle “şeker-kamçı politikasını” sürdürüyorlar. Nasıl sürdürüyorlar? TC’ye her türlü imkânı, desteği, tekniği, siyasi ayrıcalığı veriyorlar. PKK’yi zorlasın, darbelesin, imha etmeye çalışsın diye tıpkı ’93-98 arasında olduğu gibi saldırtıyorlar.

Diğer taraftan ise o zaman Önder Apo’ya yaptıklarını şimdi de PKK Yönetimi’ne yapıyorlar. Darbelenen, sıkışan, zorlanan PKK’liler sığınacak yer arıyorlarsa, ellerini uzatıyorlar, bize sığınabilirsiniz izlenimi yaratıyorlar. Baskı ve imha saldırılarını diğer uçtan bu tür yöntemlerle tamamlamak, PKK’nin imha ve tasfiyesini böylece gerçekleştirmek istiyorlar. Bugün de aynı durum, benzer yöntemler çok açık bir biçimde uygulanıyor.

Çok açık ki ABD desteğiyle TC-KDP ittifakı PKK’yi tasfiye etmek için tüm gücünü seferber edip saldırıyor. Aslında saldırtan arkadaki güç ABD’dir. Fakat bir yanıyla sanki kendi istekleri kabul edilirse bunu önleyeceklermiş gibi, bunda kendilerinin bir sorumluluğu yokmuş gibi bir tutum takınabiliyorlar.

Geçen 25 yıl içerisinde karşılaştığımız siyasi-askeri bir saldırı yöntemi de şu oldu: Siyasi ve askeri olarak mücadelemizin gelişip sömürgeci-soykırımcı TC. sistemini zora soktuğu zaman bazı çevreler hemen “ateşkes olsun, arabulucu olacağız, siyasi çözümü geliştireceğiz” diye devreye girerek, PKK’yi, onun gerillasını geliştirdiği mücadele düzeyinden geri düşürmek, mücadeleden koparmak istedi. Böyle bir şeyle 2006 yılında çok somut olarak karşılaştık. 2006 Şubatı’nda toplumun 15 Şubat komplosunu protestosuyla çok önemli bir süreç gelişti. Viyan Soran yoldaşın şehadeti ve çağrısı, yine Önder Apo’nun duruşu ve direnişi de bunda oldukça etkili oldu.

Gerillanın 1 Haziran 2004’ten itibaren düşük yoğunlukta geliştirdiği eylemler etki yaptı. Toplum “İmralı sistemiyle yaşamak istemiyoruz” diyerek sokaklara döküldü. Komployu protesto etti. Ardından çok güçlü bir Newroz kutlaması oldu. Newroz sonrasında halk bir hafta boyunca Diyarbakır sokaklarında kaldı. Evlere girmedi. Gençlik sokakları tuttu. 4 Nisan’a, mayıs ayına kadar büyük bir kitlesel hareket gelişti. Ardından gerilla eylemleri bu durumu devralarak mayıs, haziran, temmuz sonuna kadar her eyalette TC. ordusuna öldürücü darbeler vuran çok güçlü askeri eylemler gelişti. Aslında halk ve gerilla eylemleriyle TC. sistemi siyasi ve askeri olarak çökme noktasına gelmişti. İşte böyle bir ortamda ABD hemen araya girdi. 2006 yılının ağustos ayında basın üzerinden “eğer ateşkes olursa biz siyasi çözüm geliştireceğiz” diye açıktan PKK’ye çağrı yaptı. KDP’yi aracı yaptılar. Hatta Bakur’da DTP benzeri güçleri devreye koydular. Gizliden bazı çevreleri gönderip Önder Apo’yla görüştürüp bu sözü verdiler.

Bunun üzerine Önder Apo çağrı yaptı. 1 Ekim 2006 yılında Beşinci Tek Yanlı Ateşkes Süreci ilan edildi. Biz ateşkes ilan ettik. Ekim ayı geçti. Kasım ayının sonuna gelindi, süreç giderek değişti. KDP arabuluculuk yapamıyorum diye çekildi. ABD ateşkes değil, savaştan söz eder hale geldi. Türkiye’de yeniden savaş tamtamları çalmaya başladı.

Sonuçta Kürtler ve PKK açısından şu ortaya çıktı: 2006 Baharındaki siyasi halk mücadelesiyle yazındaki askeri mücadelenin düzeyini ortadan kaldırmak için planlanmış bir oyun olduğu ortaya çıktı. Bunu net olarak gördük, yaşadık. Önder Apo hala bu durumu değerlendiriyor, kendisine söz verenleri eleştiriyor. Sözlerinin gereklerini yerine getirmiyorlar diye haklı olarak suçluyor. Sonuçta böyle bir oyun durumuyla açıkça karşılaştık.

Derler ya Osmanlı’da oyun çok. TC. Osmanlının devamı olduğuna göre TC’de de oyun çok. Osmanlı ve TC. Yönetimini en iyi birleştiren, temsil eden bir güç olmasıyla itibariyle AKP’de oyun daha da çok. AKP oyunlarını burada sıralamaya gerek bile yok. 2009 Mart sonunda gerçekleşen yerel seçimler ardından ne tür oyunlara başvurduklarını gördük. “Kürt açılımı, demokratik açılım, milli birlik açılımı yapıyoruz” dediler. Aslında bütün bunlarla 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde Demokratik Toplum Partisi’nin referandum düzeyinde Kürdistan’da elde siyasi sonuçları tasfiye etmeye çalıştılar. 14 Nisan siyasi-soykırım operasyonlarını başlattılar. Sonunda 11 Aralık 2009’da işi Demokratik Toplum Partisi’ni kapatma noktasına vardırdılar. 

Yine İmralı’daki görüşmeleri de Önder Apo büyük bir ciddiyetle yürütmesine rağmen AKP’nin, Tayyip Erdoğan kişiliğinin bir oyun gibi ele aldığını biliyoruz. Çok defa görüşmeler oldu, bunlar tartışıldı, karara bağlandı. Yazılı karar tasarılarına dönüştürüldü. PKK yönetimine kadar bunlar karar tasarısı olarak geldi. PKK Yönetimi tartıştı, değişiklikler yaptı. Kabul ettiğini ifade etti. Fakat dikkat edilirse hiçbirisi uygulanmaya konmadı. Bu 2011 ve 2013’te de böyle oldu. “Çözüm süreci” adı altındaki şeylerin çoğunun bu amaçla olduğu ortaya çıktı. Bu tür oyun ve yaklaşımlarla karşı karşıya geldik.

Bu konuda siyasi ve askeri kapsamda son olarak DAİŞ ve DAİŞ üzerinden yürütülen saldırılara değinelim; Şengal’den Maxmur’a, sonra Kobani’ye ve bütün Rojava Kürdistan’a dönük DAİŞ saldırıları önemliydi. Dolayısıyla DAİŞ’e karşı mücadele de önemli bir yer tuttu. DAİŞ’i yaratan, onun önünü açan çevreler de DAİŞ’in hızlı gelişimi ve önlenemezliği karşısında kaygıya ve telaşa düştü. Dolayısıyla Kürt direnişinin başarılı olması için destek vermek zorunda kaldılar. Kobani direnişi temelinde oluşan koalisyonu böyle değerlendirmek lazım. Bu siyasi ve askeri bakımdan oldukça etkili de oldu. Yeni gelişmelere de yol açtı.

Fakat bu durum bize neyi gösterdi? Aslında Kobani’ye DAİŞ’in saldırtılmasının altında AKP Yönetimi ve Tayyip Erdoğan kişiliği varmış. Bunu DAİŞ’çiler de sonunda itiraf etmek durumunda kaldılar. Süreç nasıl gelişti? DAİŞ eliyle Kobani, Maxmur, Şengal üzerinden Kürdistan’a ve Kürtlere dönük yürütülen saldırılar başarısız kalınca bu sefer 24 Temmuz 2015’ten itibaren AKP, ABD ile anlaşma yapıp sonra MHP ve KDP’yle de ittifaka vararak “DAİŞ’e karşı mücadele ediyoruz” adı altında PKK’ye karşı yeni bir imha ve tasfiye saldırısını başlattı. Buna “Çöktürme Eylem Planı” diyorlar. 24 Temmuz 2015 tarihinden bu yana her yıl yeni planlamalar yapma temelinde bu saldırıları sürdürüyorlar.

 Bu saldırılar kapsamında AKP-MHP birleşti. Aslında AKP, MHP’lileşti. MHP’nin Turancı, ırkçı, Türkçü çizgisine saptı. Türk-İslam sentezi çizgisini birlikte oluşturdular. Aynı zamanda KDP ile ittifak geliştirdiler. ABD’nin yönlendirmesiyle KDP, tamamen AKP-MHP’nin PKK’ye karşı olan bu ittifakına teslim oldu. Onunla bütünlük oluşturdu.

ABD de bunları yönlendiriyor. Arkadan destek veriyor. Dikkat edelim bu saldırılara her türlü siyasi-askeri destek veriliyor. Hiçbir hukuk, ahlak kuralı dinlenmiyor. Kürdistan’da her gün katliamlar yapılıyor. Zindanlar işkence hane haline geldi. İnsanlar katlediliyor. Kürt çocukları, kadınları her gün zulüm, baskı altında katlediliyor. İmralı’da hiçbir hukuk ve ahlak kuralı yok. 19 aydır Önder Apo’dan hiçbir haber alınamıyor. Ama bakın buna karşı BM’nin, Avrupa Birliği’nin, İmralı sistemini yaratan CPT’nin çıtı bile çıkmıyor. Hiç kimse bir şey demiyor. Sanki TC. Devleti’nin, AKP-MHP faşizminin Kürtlere karşı geliştirdiği uygulamalarda tam bir serbestlik var. İstediklerini yapabilir, istedikleri gibi davranabilirler gibi bir durum var. Başka bir yerde ufak bir şey olunca kıyamet kopuyor.

En son İran Güney Kürdistan’a, Irak topraklarına birkaç top attı, Güney Kürdistan Yönetimi başta olmak üzere herkes İran Devleti’ni kınadı. TC. Devleti Güney Kürdistan’ın en stratejik alanlarını, Irak topraklarından yüzlerce km karelik alanı işgal etmiş, hiç kimse niye böyle yapıyorsun demediği gibi, herkes el altından ya da açıktan destek veriyor. İşgal Türkiye’ye serbest.

Tabii sadece serbest etmiyorlar. Her türlü silahı, desteği veriyorlar. En son model silahları, en ileri tekniği veriyorlar. Bu düzeyde bir destekleyicilik, birlik-bütünlük var. Bu temelde tıpkı 24 yıl önce Önder Apo’nun imhası ve PKK’nin tasfiyesi için başlatılan uluslararası komplo saldırısında olan sistem işliyor. Komplocular imha edebildikleri kadar imha ediyor, etmeye çalışıyor. Onların karşıtı gibi görünenler de acaba PKK’nin imha ve tasfiye sürecinden bize pay düşmez mi diye ellerini açmış bekliyor. Dikkat edilirse aynı sistem devam ediyor.

Tabii siyasi ve askeri alandaki planlı saldırılar daha ayrıntılı bir biçimde ifade edilebilir. Çünkü çok daha geniştir. Fakat aynı sürecin bir de ideolojik saldırı boyutu var. O da çok önemli. Onun da benzer biçimde incelenip değerlendirilmesinde, gerekli sonuçlar çıkartılmasında büyük yarar var. Mesela 2000 başında PKK 7’nci Olağanüstü Kongre’ye giderken güya ona en yakın duran YNK basını bile çok yoğun bir biçimde PKK’nin Kongre’de parçalanacağını, tasfiye olacağını, artık PKK diye bir şeyin kalmayacağını yazıp çizdi, propaganda etti. Halbuki olumlu yazmıyorsan susmak düşerdi bir Kürt örgütüne. Tabii susmak yeterli olmazdı. Yine de az da olsa destek verici, umutlandırıcı söz ve davranış geliştirmek gerekirdi. Bir Kürt örgütüne böylesi düşerdi. Ama o görülmedi. Bunların bilinmesinde fayda var. Çünkü hepsi eleştiri konusudur. Özeleştiri ve düzeltme gerekiyor. Gerçek Kürt yurtseveri olabilmek için kesinlikle böyle bir düzeltme yapmaya ihtiyaç var.

Yine 7’nci Kongre zemininde biz şunu gördük: ABD stratejisinin gücünü anlatan “Büyük Satranç Tahtası” kitabı herkesin elinde, bütün Kongre alanında okunuyordu. Daha o zaman da böyle bir saldırıyla karşılaştık. Çok tuhaf bir durumdu. Dağ başında, derler ya “in cin top oynuyor,” öyle bir ortama bu kadar kitap nasıl getirilmişti, kimler getirmişti? Bunların bazılarını Avrupa’dan gelenler getirmişti. Daha sonra tasfiyeci çıktılar. Anlaşıldı ki aslında dağa PKK’nin tasfiyesi için gelmişler. Öyleleri de vardı ama hepsini onlar getirmemişlerdi.

Demek ki birileri el altından çalışıyordu. Amerika’nın gücü gösteriliyor. Zaten Amerika’nın komplo temelinde Önderliğe saldırmasının getirdiği psikolojik etki var. Kitapla da o zihniyet olarak tamamlanarak PKK’yi, ABD’ye teslim olacak bir noktaya çekmek istiyorlardı. ABD, zihnen PKK’yi fethetmeye çalışıyordu.

Daha sonraki süreç biliniyor. Tasfiyecilik gelişti. Ferhat-Botan tasfiyeciliği, 2002-2004 tasfiyeciliği tamamen Güney Kürdistan ve Irak’taki gelişmelere dayalı oldu. Güney Kürdistan ve Irak üzerindeki ABD egemenliğine, işgaline dayandı. Onun uzantısı olan KDP ve YNK’ye dayalı olarak geliştirilmeye çalışıldı. Nasıl ki ’82-83’te Almanya’ya, İsveç’e, Avrupa Birliği’ne dayalı olarak Semir tasfiyeciliği geliştirilmeye çalışıldıysa bu sefer de ABD’nin Irak işgaline dayalı olarak Ferhat-Botan tasfiyeciliği geliştirilmeye, PKK Apocu çizgiden kopartılıp ABD çizgisine çekilmeye çalışıldı. Bunlar çok yönlü ve ağır bir ideolojik-örgütsel çizgi saldırısıydı. İçten gelişen saldırılardı.

Biz bu dönemde maddiyatçı saldırının her türüyle karşılaştık. Hareket olarak, onun kadroları olarak, PKK içerisinde özgürlük mücadelesi yürüten kadınlar ve erkekler olarak gerçekten de her türlü maddiyatçı saldırıyla karşılaştık. İnsanın güdüleri, nefsi, oburluğu, her şeyi mücadele aracına dönüştürüldü. Bir ideolojik mücadele aracı olarak kullanıldı. Bireyci davranmak, disiplinden kopmak, keyfiyet, güzel yaşam, güzel yemek, güzel giyinmek, basit güdülerin tatmini gibi aslında insan zayıflığı diye tanımlayabileceğimiz bu maddi yaşam alanları PKK’ye karşı ideolojik mücadele yöntemleri olarak kullanıldı. Bunlar çeşitli biçimlerde propaganda edildi, yazıldı, çizildi. PKK’ye böyle imkânlar tanındı. Değişik alanlardaki PKK ortamlarına bu yönlü müdahalelerde bulunuldu.

Gerçekten de zihniyetimize, anlayış ve inancımıza yine yaşam tarzımıza dönük her türlü saldırıyla karşılaştık. PKK’nin yaşam tarzını değiştirmeyi hedefleyen her türlü saldırıyla karşı karşıya geldik. Bu konuda burjuva liberalizmi gerçekten çok yaratıcı ve etkin davrandı. Hakkını yememek lazım. Öyle usta yöntemler geliştirdiler ki, öyle etkileyici girişimler de bulundular ki deyim yerindeyse kaşla göz arasında insanları etkilemeye, yanıltmaya, kendi gerçeğinden uzaklaştırarak örgütle ve ideolojik çizgiyle karşı karşıya getirmeye çalıştılar. Kimisini açıktan, kimisini gizliden yaptılar. Öyle ki bazen insanları açıktan kendi durumlarının olumsuz olduğu, liberal bireyciliğin, maddiyatçılığın daha iyi olduğunu açık propaganda ederek yaptıkları gibi bazen de aslında PKK yaşamını övüyor, onu destekliyormuş gibi görünerek ama özünde PKK’nin zihniyet ve yaşam tarzını ince bir biçimde revize ederek, değiştirerek gizli bir biçimde insanları PKK’den koparmaya, ideolojik-örgütsel çizgi savrulmasını yaşar, çizgiden sapar hale getirmeye çalıştılar. Bunlarla çok fazla karşılaştık.

Önder Apo İmralı mücadelesine karar verdiğinde çok fazla saldırıya maruz kaldık. Bunun başarılı olmayacağına dönük çok şey söylendi. Önder Apo’yu izlemeye karar vermiş olan yönetimimize aslında her türlü hakaret yapıldı. “Daha ne isteniyor ne aranıyor, Apo devri bitmiştir. Biraz da biz dinlenmeliyiz. Artık bizim sözümüz geçecek” diyen birçok insan türedi. Kurumların, devrimci imkânların başına geçmeye, onları ele geçirmeye yöneldiler. Kendilerini PKK’nin yarattığı imkânlar üzerinde örgütlemeye ve yaşamaya yöneldiler.

Şimdi de bu yönlü iki tür saldırı var. Bir tür açıktan yapıyor. PKK’nin ideolojisini, zihniyetini, yaşam tarzını açıktan eleştiriyor. Önder Apo’nun demokratik uygarlık çizgisini, demokratik modernite paradigmasını eleştiriyor. Yanlış olduğunu ortaya koyuyor. Ulus devletçiliği övüyor. Bireyciliği, maddiyatçılığı övüyor. Maddi yaşam tutkusunu, insanların ihtirasını, şehvetini geliştirmeye çalışıyorlar.

Bir tür saldırı da bu temelde gizli boyutta yürütülüyor. Aslında daha çok içten yapılıyor ya da teknik imkânlara, araçlara dayalı olarak geliştiriliyor. Açıktan Önderlik çizgisi, PKK gerçeği eleştirilmiyor, hedefe alınmıyor ama içten içe, gizliden gizliye pratikte saptırılıyor. Uygulanmıyor, değiştiriliyor, fırsat bulunduğu yerde doğru görülmediği söyleniyor, açıktan reddedilmiyor ama örgüt ve eylem pratiğinde de gerekleri yerine getirilmeyerek aslında gizli bir biçimde revize etme, değiştirme, saptırma biçimindeki durumlar ortaya çıkartılıyor. Oportünizm var ediliyor. Söylemde her şey mükemmel, çizgiye göreymiş gibi söyleniyor, pratikte bunların gerekleri yerine getirilmiyor. Revize ediliyor, değiştiriliyor. Bu, pratikte oportünizme yol açıyor.

Bunlar tabii sınıf özellikleri olarak değerlendirilebilir. Küçük burjuva bireyciliğinin, maddiyatçılığının sonuçlarıdır. Yine erkek egemen zihniyet ve siyasi yaklaşımın sonuçlarıdır. Yani bir ideolojik saldırı durumu, sınıf ve cins saldırısı biçiminde küçük burjuva ideolojisinin erkek egemen zihniyet ve siyasetin saldırıları oluyor. Bunu böyle bilmemiz gerekli.

Erkek egemen zihniyet, hakimiyet, yine küçük burjuva anlayışlar, ilkeler, ölçüler hareket içinde canlı tutulmaya, kadrolar erkek egemen çizgiye, küçük burjuva anlayışlara çekilmeye çalışılıyor. Bu pratik alanlarda çok fazla yaşanıyor. Evet, buna bireyler zemin oluyor, bireyler şahsında ortaya çıkıyor. Ama bilmeliyiz ki bunun arkasında planlı, bilinçli, örgütlü sistem saldırısı var. Kapitalist modernite sistemi saldırıyor. Sömürgeci-soykırımcı sistem saldırıyor. Uluslararası komplo temelinde 24 yıldır yürütülen saldırının bir parçası olarak günümüzde bunlar ortaya çıkıyor ve yaşanıyor.

Soru-6) Bu saldırılara karşı Kürt Özgürlük Hareketi olarak hangi mücadele stratejisi ve taktiğiyle mücadele yürüttünüz? Bu mücadelenin açığa çıkardığı gelişmeler neler oldu? 25 yıllık mücadele sürecinde soykırım sistemi içerisinde Önder Apo’nun geliştirdiği mücadele çizgisi PKK’yi, halkı ve dünya toplumlarını ne düzeyde etkiledi? İdeolojik, siyasi ve askeri olarak nasıl bir gelişim seyri yarattı?

Uluslararası komplo temelinde kapitalist modernite sisteminin özgürlük hareketimize karşı yürüttüğü ideolojik, siyasi ve askeri saldırılara Önderlik ve Hareket olarak biz de bazı temel ilkesel, ideolojik, siyasi, stratejik ve taktik yaklaşımlarla yanıt verdik. Bu 24 yıl tarihin en anlamlı, en derinlikli, en yönlü, en büyük mücadelelerinden birine sahne oldu. Bu bilinen bir gerçek. Bunu çok fazla ifade etmeye gerek yok. Bu kadar çok yönlü bir mücadelenin 24 yıllık uygulaması içerisinde de kuşkusuz çok fazla ayrıntı var. Bu ayrıntıların hepsi de önemlidir. İncelemeyi, araştırmayı, bulmayı gerektiriyor. Kendisini eğitmek, Apocu çizgiyi doğru anlamak, Kürdistan Özgürlük Mücadelesinden gereken dersleri çıkartmak isteyenler bu ayrıntıları araştırmalı, incelemeli. Onların zengin derslerine ulaşmayı mutlaka bilmeliler. Ancak bu biçimde Apocu çizgiyi ve Kürdistan Özgürlük Mücadelesinin derslerini öğrenebilirler. Kendilerini bu çizgi temelinde eğitebilirler.

Tabii biz burada bu denli ayrıntı üzerinde duramayız. Fakat genel çizgiler halinde birkaç başlığı dile getirmek istiyoruz. Bunlardan birincisi değişim ve dönüşüm kavramlarıdır. Bu kavramların içerdiği diyalektiktir. Uluslararası komplonun 24 yıllık saldırılarına karşı Önderlik ve hareket olarak en çok değişim ve dönüşüm diyalektiğini birey, örgüt, mücadele şahsında geliştirerek karşılık verdik. Önder Apo’yla avukatlar ilk görüştüğünde, daha İmralı mahkemesine sunduğu 25 sayfalık “Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Bildirgesi” başlıklı savunmayı hazırlamaya başladığında avukatlar üzerinden Önder Apo bize şunu iletti: Değişip dönüşeceğiz. Hem de tepeden tırnağa kadar. Her şeyimizi sorgulayacağız. Değişim ve dönüşüm temelinde yenileyeceğiz ve yeniden yapılandıracağız. “Ben süreci böyle ele alıyorum. Kendi geçmişimi bu temelde sorguluyorum. Kendimi bu temelde yenilemek üzere değişim ve dönüşüme uğratıyorum. Bütün arkadaşlar da sürece böyle yaklaşsınlar. Benim yaptığımı takip etsinler. Benim yaptığım gibi yapmaya çalışsınlar. Süreci çok yönlü ve derinlikli bir değişim ve dönüşüm süreci olarak değerlendirsinler” dedi. Bu çok önemli. Süreç açısından gerçekten başarı çizgisini ortaya çıkartıcı bir mesajdı.

Yönetimimiz bunu tartıştı. Bu yaklaşım bütün kadrolara taşırıldı. Hatta halka ulaştırıldı. Yoğun tartışmalara konu oldu. 7’nci Olağanüstü Kongre’den başlamak üzere tüm parti toplantılarında, konferanslarda, kongrelerde, yönetim toplantılarında değişim ve dönüşüm diyalektiği üzerinde tartışmalar oldu. Neleri değiştirmeliyiz, nasıl değişmeliyiz, dönüşüm nasıl olmalı, uluslararası komplo gerçeği neleri açığa çıkardı, ondan hangi dersleri çıkartmalıyız, dolayısıyla uluslararası komplo karşısında yenilen değil de, onu aşan ve yenilgiye uğratan bir zihniyeti, ideolojik-siyasi çizgiyi, strateji ve taktikleri, örgüt ve eylemi nasıl ortaya çıkartacağız sorularına cevap bulacak şekilde geçmişi sorgulayıp derslerini çıkartan, kendisini bu dersler temelinde yeniden ele alıp değişime, dönüşüme uğratan bir süreç içerisinde olundu.

Eğer komplodan sonraki ilk yılların arşivlerine bakılırsa, yazıları, değerlendirmeleri, tartışma, toplantı tutanakları gözden geçirilirse görülecektir ki o dönemde PKK’de en çok kullanılan kavram değişim ve dönüşüm kavramıydı. Tartışmalara en çok konu olan değişim ve dönüşümdü. Her şey değişim ve dönüşüm diyalektiği temelinde ele alındı. Doğru ve yeterli anlaşılamadı, istenilen gelişmeye ulaşılamadı. Hatta bazen değişim ve dönüşüm böyle ezbere söylenir, içeriği anlaşılmaz bir duruma da düştü.

Her şey güçlü, doğru mükemmel gelişti diyemeyiz. Pratikte dalgalılık vardır. Fakat değişim ve dönüşümü kimse yadsımadı. Hiç kimse reddetmedi, inkâr etmedi. Değişim ve dönüşüme karşı olmadı. Doğru ve yeterince anlayamadı, kendi şahsında mücadele ve örgüt tarzında yeterli değişim ve dönüşüm yaratamadı. Bu ayrı bir konudur. Ama değişim ve dönüşümü kavram olarak süreç açısından reddeden, benimsemeyen hiç kimse olmadı. En azından başlangıç açısından bu çok daha fazla başattı. Daha sonra 2002-2004 tasfiyeciliği bunu biraz da özünü, içini boşaltan, alaya alan bir noktaya getirmek istedi. Didiştirip çekiştirdi. Değişim ve dönüşümü bir yönüyle zayıflatmak istedi. Fakat Önderlik etkilemesi ve bir de sürecin zorlaması o denli güçlüydü ki tümüyle tasfiyecilik de kendini, değişim ve dönüşümü inkâr eder noktaya çekemedi. Ne yaptı? İçini, özünü boşaltmaya, tersyüz etmeye çalıştı. Değişim ve dönüşümü reddedemeyeceğini, inkâr edemeyeceğini, dolayısıyla değişim ve dönüşüme karşı çıkarsa kendisini parti içinde benimsetemeyeceğini görünce değişim ve dönüşümün yönünü saptırmaya çalıştı.

Önder Apo devrimci, özgürlükçü temelde, demokratikleşme temelinde, Kürt sorununu bu çerçevede çözme temelinde, daha çok Apoculaşma, militanlaşma, partileşme, gerillalaşma, demokratik uluslaşma yönünde değişim ve dönüşümü tanımlar, geliştirmek isterken tasfiyeciler değişim ve dönüşümü daha çok iktidarlaşma, devletleşme, KDP’lileşme, bürokratikleşme, düzen içileşme olarak tanımlamaya çalıştı. Böylece içeriğini bozmaya, anlamını değiştirmeye, amacından saptırmaya çalıştılar. Ama yine de değişim ve dönüşüm kavramlarına sahip çıkmak zorunda kaldılar. Ona sahip çıkarak bunu yapmaya çalıştılar. Önder Apo’nun öngördüğü doğru değişim ve dönüşümün kendilerinin söylediği gibi olduğunu iddia ettiler. Özellikle İmralı işkence ve tecrit sisteminden de yararlanmaya, dolayısıyla Önder Apo’nun dışarıyla ilişki ve irtibatının zayıf olmasından da yararlanarak, yine yeterince izah edilmemiş bazı Önderlik değerlendirmelerini tersyüz etmeye çalışarak değişim ve dönüşümün amacını saptırmak için gayret ettiler.

Tabii bu çok zayıf bir yönelimdi. Tersyüz ediyor, yalan söylüyorlardı. Aslında kadroların bunu kabul etmeyeceğini iyi biliyorlardı. Fakat yine de son bir çare olarak dört bir elle sarılıp bu yönlü çaba harcamaya çalıştılar.

 Durum Önder Apo’ya yansıyınca ve Önder Apo AİHM yargılaması temelinde bulduğu kısa süreli imkânı bu temeldeki örgütsel değişime dair düşüncelerini “Bir Halkı Savunmak” adlı savunmasında genişçe izah etme ve bunu harekete ulaştırma imkânı bulunca maskeler düştü, kel göründü. Tasfiyecilerin bütün saptırma ve yalan yaklaşımları açığa çıktı. Dolayısıyla Önderlik düşünceleri artık saptırılamaz, yoruma tabi tutulamaz hale geldi. Bütün örgüt, herkes doğruları görür anlar bir noktaya ulaştı. Böylece de yalancının mumunun yatsıya kadar yanması gibi, tasfiyecilerin mumu da Bir Halkı Savunmak kitabının gelmesiyle söndü. Gelen savunmayla birlikte her şey aydınlandı. Bütün yalan lambaları söndü, ampuller patladı. Tasfiyecilik kendi yalanı içinde tasfiye oldu. Böylece değişim ve dönüşüm Apocu çizgide daha çok gelişme ve derinleşme yaşadı. “Bir Halkı Savunmak” adlı kitabın ortaya koyduğu demokratik-ekolojik-kadın özgürlükçü paradigma temelinde, yine demokratik modernite çizgisinin ifade eden “Demokratik Toplum Manifestosu” adlı beş ciltlik savunmanın ortaya koyduğu çizgi temelinde bunlar gerçekleşti.

Genel doğrultuda Önderlik çizgisi temelinde bir yürüyüş, değişme ve dönüşme yaşandı. Ama yine de değişim ve dönüşüm konusunda iki yönden eksik ve zayıf kalındığını burada ifade etmemiz lazım. Birincisi Önder Apo’nun aydınlatılması temelinde tasfiyecilerin bütün maskelerinin düşmüş ve kaçarak tasfiye olmuş olmalarına rağmen, 2002-2004 döneminde örgüt içerisine yaymaya çalıştıkları değişim ve dönüşümün özünü saptırmaya dönük girişimleri anlayış ve kavram olarak bireyler ve örgüt içindeki etkinliğini bir düzeyde sürdürdü.

Başlangıçta daha çok etkiliydi. Özellikle Demokratik Toplum Manifestosunun harekete ulaşması sürecine kadar. Orada Önder Apo’nun geliştirdiği liberalizm eleştirisinin değerlendirmesinin kadrolara ulaşmasına kadar tasfiyeci kavramlar, anlayış bir düzeyde etkisini sürdürüyordu. Demokratik Toplum Manifestosuyla birlikte bu etki azaldı. Tasfiyeci anlayış ve literatürden uzaklaşma daha çok gelişti.

Tümden ortadan kalktı denilemez. Etkileri bir düzeyde hala da var. Çünkü tasfiyeciliğe karşı hareket olarak biz çok planlı, örgütlü, bütünlüklü bir mücadele yürütmedik. Önder Apo yürüttü. Savunmalar yazdı ama biz tasfiyeciliği değerlendiren, mahkum eden kitaplar, broşürler, raporlar hazırlayıp kadroları, partiyi bu temelde eğitip tasfiyeci etkilere karşı mücadeleye yeterince sevk edemedik. Eğitimlerde, yaşamda, pratik içinde bu oldu. Hiç olmadı değil. Ama parça parça oldu, bütünlüklü ve derinlikli olmadı. O nedenle tasfiyeci etkiler uzun süre devam etti. Kalıntı olarak yaşadı, bu temelde anlayış ve uygulama düzeyinde hareketi bozar bir etkiyi gösterdi.

İkincisi ise anlama, kavrama, özümseme, benimsemede eksiklikler oldu. Kapitalist modernite etkileri çok fazla var. İçinden çıkılan toplumun kişilik üzerindeki etkileri çoktur. Bir de geçmiş mücadelenin yarattığı etkiler, şekillenmeler var. Aynı zamanda iletişim tekniği nedeniyle de günün 24 saatinde tüm topluma yapıldığı gibi parti camiasına, kadrolara dönük de bir liberal bombardıman vardır. Bu çok yoğun ve yaygın bir biçimde basın üzerinden yapılıyor. O kapsamda yapılıyor ki dünyada hiçbir insan bunun dışına çıkamıyor. Zindanlara konan, her şeyden tecrit edilen, dağ başında çobanlık yapan bile bunun etkisini yaşıyor. 

Bu aslında Önder Apo’nun yaşadığı ve geliştirdiği değişim ve dönüşümün özümsenmesine, benimsenmesine karşı bir mücadele oluyor. İnsanları bir düzeyde etkiliyor. Hele hele çok yoğun liberal ortamlarda olunursa örgütlü yaşam ve mücadeleden uzak konumda bulunulursa böylesi ortamlarda kadrolar kapitalist liberalizmin inceltilmiş saldırılarından çok daha fazla etkileniyor.

Tabii liberalizm açıktan saldırı değildir. Çok sinsi, gizli bir saldırıdır. Açıktan bir şeyi reddetmez. Sanki kabul ediyormuş gibi görünüp özünü saptırmayı ifade eden bir saldırıdır. Bu da uyanıklık istiyor, bilinç düzeyi gerektiriyor. Eleştirel bakış açısına ihtiyaç duyuyor. Bu konularda zayıflık yaşanırsa o zaman liberal etkileri görme, anlama, onlara karşı mücadele etmede zayıf kalınıyor. Dolayısıyla Önder Apo’nun yaşadığı değişim ve dönüşüm yeni dönemin partileşmesi, gerillalaşması, demokratik uluslaşması konusunda sorunlar yaşanıyor, hata ve eksiklikler pratikte ortaya çıkıyor. Bunlar tartışmalara ve eleştirilere konu oluyor. Birinci boyut olarak bunu ifade edebiliriz.

İkincisi paradigma değişimiydi. Değişim ve dönüşüm kavram olarak gelişti. Birçok yönde etkide bulundu, tüm pratiği içine aldı. Ama 2003’ten itibaren Önderlik düzeyinde paradigma değişimi olarak bu somutlaştı. PKK devlet odaklı ve iktidar endeksli bir parti olmaktan çıktı. Demokratik-ekolojik-kadın özgürlükçü paradigmayı esas alan demokratik toplumcu bir parti haline geldi. Ulus devlet ideolojisinden koptu. Ulus devlete karşı demokratik ulusu geliştirdi. Demokratik ulusu dil-din-toprak-ekonomi ulusu olarak tanımlamadı. Bir zihniyet ve kültür birliği ulusu olarak tanımladı. Dolayısıyla her cinsten her milliyetten her inançtan insan topluluğunun kendisini özgür olarak örgütleyip demokratik özerklik temelinde, demokratik ulus birliği içerisinde kardeşçe yer alıp yaşayabileceğini öngördü. Bu oldukça önemli bir değişimdi.

Yine devletin yerine Demokratik Konfederalizmi koydu. Devletin her türlü baskı ve sömürüsünü kabul eden, toplum üzerinde belli bir kesimin egemenlik kurmasını ifade eden yapılanması yerine toplumun kendi kendini yönettiği, yönetenlerin seçimle geldiği, seçenlerin yönetenleri istediği zaman geri çağırabildiği, demokratik yönetimin bir toplumsal görev olarak yerine getirildiği bir sistem olarak tanımladı. Örgütlü topluma dayanan, demokratik komün ve özgür bireye dayanan bir siyasi sistem olarak tanımladı. Dolayısıyla yeni bir anlayış, yeni bir program, yeni bir strateji ve taktik, yeni bir devrim tanımlaması geliştirdi. Demokratik Konfederalizmi Demokratik Özerklik temelinde ele aldı. En üstte demokratik konfederalizm birliği var. Bunu da her düzeyde kendisini özgürce örgütlemiş olan birimlerin birliği olarak tanımladı. Dolayısıyla demokratik özerklik ve demokratik konfederalizmi, yine demokratik ulus gerçeğini Kürt ulusal sorununun çözümü için temel bir model olarak sundu. Yine tüm toplumsal sorunların benzer çizgiyle, projeyle çözüme kavuşturulabileceğini öngördü.

Devleti oluşturan düzenli ordunun yerine toplumun öz savunmasını tanımladı, geçirdi. Toplumun kendi bilinci, eğitimi ve örgütlülüğüyle kendi kendini savunması, dolayısıyla savunma araçlarının bazı kesimlerin elinde olduğu ve toplumun üzerinde bir baskı ve sömürü aracı olarak kullanıldığı bir sisteme son vererek savunma araçlarının toplumun genel savunmasında kullanıldığı, toplum içerisinde ayrıcalığa, baskı ve sömürüye alet edilmediği bir sistemi öngördü.

Tabii bunu kadın özgürlüğüne dayandırdı. Bütün toplumsal özgürlüklerin temeli ve esası olarak kadın özgürlüğünü değerlendirdi. Yine doğaya karşı ekolojik bilinci, ekolojik yaklaşımı esas aldı. Her türlü endüstriyalist yaklaşımın doğayı yok edici, bitirici, tahrip edici yaklaşımlarına karşı doğa ve toplum uyumunu, bütünlüğünü öngören bir sistem tanımladı. Kısaca PKK köklü bir değişim ve dönüşüm yaşadı. 2002-2004 sürecinde Önderlik gerçeği bu değişimi yaşadı. Bir Halkı Savunmak kitabıyla birlikte Demokratik Toplum Manifestosuyla da gelişerek bu değişim ve dönüşüm bütün partiye yayıldı. Ulus devlet ideolojisinden koptu. İktidar ve devlet paradigmasından koptu. Kadın özgürlükçü ekolojist demokratik toplum paradigmasını, demokratik toplumu, öz savunmayı ve demokratik siyaseti esas alan yeni bir parti haline geldi.

Dolayısıyla devrim anlayışı, stratejik ve taktik yaklaşımları buna göre değişim yaşadı. Devrimi bir devlet yıkmak, yeni bir devlet kurmak olarak tanımlayan o devletçi anlayışı reddetti. Ondan koptu. Tersine devleti küçülten, daraltan, demokratik ulus çizgisinde özgür birey ve demokratik komüne dayalı olarak demokratik toplumu ve özgür yaşamı örgütleyen, geliştiren, böylece devlete karşı demokratik toplumu var eden, koruyan, onu büyüterek devleti küçülten bir gelişmeyi, devrimci gelişme olarak değerlendirdi. Bunu devrim olarak gördü. Devlet artı demokrasi olarak bunu tanımladı ve bunun uzun bir süre yaşanacağını, devrimcilerin görevinin her şeyi devleti yıkmak için mücadeleye sevk etmek değil de demokratik toplumu eğitip örgütleyerek devleti daraltma, küçültme, demokratik toplumu ise sürekli büyütme temelinde bir mücadele anlayışını, tarzını esas alması gerektiğini belirledi. Bu da önemli bir değişim oldu.

Bu bütünüyle ideolojik-siyasi-askeri mücadele yaklaşımlarımızı değiştirdi. Komplo öncesi süreçteki anlayışlarımız, yaklaşımlarımız, dolayısıyla çalışma tarzlarımız, planlarımız değişti. Komploya karşı, komplo öncesinin yöntemleriyle mücadele etmedik. Paradigma değişiminin ortaya çıkardığı yeni yöntemlerle, tarzla, üslupla, tempoyla mücadele ettik. Bu temelde bütün mücadele tarzımızda, yöntemlerimizde değişiklik oldu. Örgütlenmemizde değişiklikler oldu. Bunlar komployu ortaya çıkartan etkenleri ortadan kaldırmayı, onları aşmayı, dolayısıyla komployu yenilgiye uğratmayı içerdi.

Diğer üçüncü bir halka olarak da mücadele stratejisini belirtebiliriz. Aslında PKK bugün Dördüncü Stratejik Dönemde bulunuyor. Birinci Stratejik Dönem 1970’lerin partileşme dönemiydi. Ajanlaşmış yapı, kişi ve kurumlara karşı devrimci şiddet temelinde mücadele stratejisiyle PKK kuruldu. İkinci Stratejik Dönem 12 Eylül faşist-askeri rejimine karşı uzun süreli halk savaşı stratejisiydi. 1990 başına kadar 15 Ağustos atılımı temelinde PKK böyle bir stratejiyle mücadele etti. Gerilla savaşını geliştirdi. Hem ’90 başında dünyada ve Ortadoğu’da yaşanan gelişmeleri değerlendirerek hem de Kürdistan’da ve Türkiye’de ortaya çıkan sonuçlara bakarak 1993 Mart’ında ateşkes ilan edip stratejik değişim gerçekleştirmek istedi. Halk savaşı stratejisinin yerine Demokratik Siyasi Mücadele Stratejisini geçirmek istedi. Fakat düşman ve sistem buna izin vermedi. Topyekûn faşist-soykırımcı saldırıyla PKK’yi imha ve tasfiye etmek istedi. Buna karşı ‘98’e kadar PKK büyük bir direniş yürüttü. Önder Apo, 1 Eylül ’98 ateşkesiyle, ’93 Mart’ında başlatılıp da yürütülemeyen süreci geliştirmek istedi. Ona da sömürgeci-soykırımcı sistem uluslararası komployu dayattı.

Uluslararası komploya karşı mücadele İmralı’da idama karşı mücadele olarak belli bir düzey ortaya çıkardı. Nitekim 2000 Ocağında bir sonuç ortaya çıktı. TC. sistemi İmralı’da verilen idam kararını uygulamayı durduğunu ilan etti. Buna karşı PKK de 7’nci Kongre’yle Halk Savaşı Stratejisi’ni durdurarak stratejik değişim yaptığını, uluslararası komploya karşı demokratik siyasi mücadele stratejisiyle hareket edeceğini ilan etti. Buna göre kendi çalışmalarını planladı. Kendini örgütledi.

Komploya karşı ilk elden demokratik siyaset temelinde mücadele etmek istedi. Paradigma değişimiyle birlikte bu süreç daha da güçlendi. Demokratik Konfederalizm olarak tanımladığı KCK sistemini, Önder Apo ve PKK demokratik siyasi mücadele stratejisi temelinde, siyasi çatışmaya girmeden demokratik siyasetle mücadele ederek hayata geçirmek, pratikleştirmek istedi. Bunun teorisini geliştirdi, buna göre planlar yaptı, kararlar aldı, örgütlenmeler geliştirdi. Bu temelde siyasi mücadeleye önem ve öncelik verdi. 1 Haziran 2004’te kısmi olarak silah kullanma gündeme gelse de yine de 2000 yılından 2010 yılına kadar olan süreç demokratik siyasi mücadele dönemiydi.

Eğer sömürgeci-soykırımcı sistemde de bir zihniyet ve siyaset değişikliği olsaydı mücadeleyi şiddet araçlarıyla, askeri boyutta değil de siyasi boyutta yürütmeyi, sorunları demokratik siyasetle çözmeyi esas alsalardı Önder Apo ve PKK demokratik siyasi mücadele stratejisini sürdürecek, KCK çözümünü demokratik siyasi mücadeleyle gerçekleştirmeye çalışacaktı.

Fakat AKP Yönetimi, ABD ile ittifak yaparak özellikle 2007-2008-2009 yıllarından itibaren bu süreci tersine çevirdi. Demokratik siyasi mücadelenin önüne engeller koydu. Demokratik siyaseti tasfiye etmeye çalıştı. Demokratik siyasi güçleri tutukladı. İşkence yaptı. Demokratik siyaseti işlemez kıldı. Demokratik siyaset araçlarını; partileri, dernekleri kapattı. Hâlbuki 29 Mart 2009 yerel seçim sonuçları aslında Kürt sorununun demokratik yerel yönetimler temelinde siyasi çözümü için mükemmel bir fırsat yaratmıştı. Buna karşı AKP 14 Nisan 2009 siyasi soykırım operasyonlarıyla karşılık verdi. Seçilmiş belediye başkanlarını, parti yöneticilerini tutukladı. Önder Apo üzerinde baskıyı geliştirdi. Bu süreci 17 Kasım darbesine ve 11 Aralık’ta Demokratik Toplum Partisi’nin kapatılmasına kadar götürdü. Böylece siyasi mücadele yürütmenin ve sorunları demokratik siyaset temelinde çözmenin hiçbir imkânını ve fırsatını bırakmadı. Bunun üzerine Önder Apo 31 Mayıs 2010 tarihinde geri çekildiğini açıkladı. “Siyaset yapma, siyasi mücadele yürütme, sorunları demokratik siyaset temelinde çözme imkânları kalmamıştır. Dolayısıyla demokratik siyasi mücadele stratejisi sona ermiştir” dedi.

1 Haziran 2010’dan itibaren de PKK strateji değiştirdi. Üçüncü stratejik döneme son verdi, dördüncü stratejik dönemi başlattı. Bu Devrimci Halk Savaşı Dönemiydi. ‘80’lerde uygulanan halk savaşının yeni paradigma temelinde yenilenerek yeni bir stratejik çizgi biçiminde uygulanmasını ifade etti. Günümüze kadar da böyle bir strateji temelinde mücadele yürütülüyor.

Şimdi komploya karşı mücadelede böyle bir stratejik değişim yaşandı. 2000’de demokratik siyasi mücadele stratejisi esas alındı, üçüncü stratejik döneme geçildi. 2010’da üçüncü stratejik döneme son verilip dördüncü stratejik döneme geçildi, Devrimci Halk Savaşı Stratejisi esas alındı ve bu temelde mücadele tarzı ve taktikler geliştirilmeye çalışıldı.

Uluslararası komploya karşı mücadelenin strateji ve taktiklerinde bir de böyle bir değişimi yaşadık. Önderlik düzeyinde bu değişimi yaşadık. Kısmen parti ve halk düzeyinde bu değişimi yaşadık. Hala da bu temelde mücadele ediyoruz. Bu stratejik değişim ve onun gerektirdiği taktik ve tarz yenilenmeleri ne kadar gerçekleşti, başarıldı? Gerçekten bu konuda ciddi eksiklikler, hatalar var. Aslında devrimci halk savaşı stratejisine girememe durumu yaşandı. Biraz kabullenmeme gibi bir durum oldu. Demokratik siyasi mücadele stratejisinin yarattığı alışkanlıklar aşılamadı. Bir anlayışa dönüştü ve stratejik değişim yeterince öngörülüp esas alınarak gerçekleştirilemedi. Zaten bugünün zorlukları, sorunları da biraz bundan kaynaklanıyor. Eksiklikler bundan yaşanıyor.

Bu eksiklikler olmasaydı AKP-MHP faşizmi ne kadar saldırgan olursa olsun bu kadar ayakta kalması, hükmünü sürdürmesi kesinlikle mümkün olmazdı. Şimdiye kadar çoktan yıkılır bir kenara atılırdı. Kürdistan’da, Türkiye’de faşizme ve soykırıma karşı mücadele etme potansiyeli bu kadar güçlüydü. Dolayısıyla AKP-MHP faşizminin günümüze kadar var olması kendi gücünden çok aslında PKK’nin ve diğer devrimci örgütlerin doğru bir stratejik anlayış ve zengin taktik yaklaşımla mücadele edememesinden kaynaklanıyor. Ona dayanıyor.

Buradan baktığımızda Önder Apo’nun çizgisi sınırlı bir düzeyde pratikleşmiştir. Hala PKK’de, Kürt halkında, kadınlarında, gençlerinde, Kürdistan’da sınırlı düzeydedir. Önder Apo’nun yaşadığı değişim-dönüşüm, paradigma değişimi, stratejik değişiklik, stratejik ve taktik anlayışlar doğru ve yeterli anlaşılıp başarıyla pratiğe geçirilmiştir diyemeyiz. Bu sınırlı düzeyde oluyor. Hatası çok olan bir pratik uygulanma yaşanıyor. Geriden takip ediliyor. Merkez Karargâhın sık sık ifade ettiği gibi pratikte savunmacı, işleri geriden ele alan, zayıf yürüten bir anlayış var. Parçalılık çok, dolayısıyla henüz PKK’de ve Kürt halkında bunların somutlaşması yeni yeni gelişiyor. Başlangıç halindedir. Sınırlı bir düzey tutturmuştur. Bütün gelişmeler de aslında bu değişim ve dönüşüme dayalı olarak gerçekleşiyor. Bunu ifade etmemiz lazım. O halde şimdiye kadar değişim ve dönüşüm, paradigma değişimi, stratejik değişim zamanında doğru ve yeterli anlaşılsa, planlanıp pratiğe geçirilmiş olsaydı yaşanan gelişmeler rahatlıkla şimdiki değişimin on kat fazlası olabilirdi.

Bu durumun PKK ve Kürdistan dışına taşmasında da yeni bir yönelim var. Bölgesel ve küresel düzeyde Önderlik düşünceleri kısmen yayılıyor. Enternasyonal çalışmalar var. Özellikle Rojava Devrimi üzerinden kadınlar ve gençler Önderlik düşüncesiyle daha fazla tanıştılar. Kadın Özgürlük Devrimi’ni, yine demokratik ulus, demokratik konfederalizm projesini gördüler. Bunlar bölgede ve dünyada oldukça etkilidir. Hem Jîneoloji, Kadın Özgürlük Devrimi hem de Demokratik Konfederalizm, Demokratik Ulus projeleri bütün sorunlar için çözümleyici oluyor. Herkes kendi yaşadığı sorunları için çözümü burada görüyor. Dolayısıyla bunlar ulaştığı yeri etkiliyor. Hem de eyleme kaldırıyor. Fakat bu da henüz başlangıç halinde. Yeni yeni yayılıyor. DAİŞ’e karşı mücadele ve Rojava Devrimi biraz bunu yaydı.

Şimdi Doğu Kürdistan’da ve İran’daki gelişmeler bu yönlü etkileyici oluyor. Aslında hem Kürdistan’da hem dünyada özümsenmesi, benimsenmesi ve eyleme geçirilmesi yetersizdir. Fakat etkileme düzeyi çok güçlü. Son derece inandırıcı, eğitici, örgütleyici, umut yaratıcı, eyleme sevk edicidir. Cesaret ve fedakârlık kazandırıcıdır. Önder Apo’nun komploya karşı yürüttüğü mücadelenin çizgisi, tarzı, strateji ve taktikleri bu düzeyde etkileyici oluyor. Ulaştığı yeri derinden etkileyerek eyleme kaldırıyor. Bunun geliştirilmesini hem Kürdistan’da hem de dünyada büyük bir devrimci değişim-dönüşüme yol açacağı, devrimci altüst oluşları yaratacağı kesindir.

Soru-7) Önder Apo, İmralı sürecinde uluslararası komplocu güçlere, demokratik modernite paradigması ve demokratik ulus sistemi ile yanıt verdi. Komplo 3. Önderliksel Doğuş sürecini nasıl etkiledi?

Kürt soykırım sistemi kapitalist modernitenin küresel hegemonik yapısına dayandığı için soykırım sisteminden kopmak, özgür Kürt varlığına kavuşmak, özgür Kürt olarak var olup yaşamak istemek sistemden kopuşu gerekli kıldı. Kürt soykırımı sisteminden kopuş aynı zamanda küresel kapitalist modernite sisteminden kopmayı bir anlamda içerdi. Önderliksel doğuş, PKK’nin ideolojik grup olması, partileşmesi tamamen bu kopuş gerçeğine göre gerçekleşti. Diğer birçok Kürt örgütü Kürt soykırım sisteminden kopmadan, sistem içinde var olup mücadele ediyor görünürken, PKK bunlardan çok farklı olarak sistemden tümden kopuşu esas aldı.

Çünkü Kürt varlığı ve özgürlüğü ancak bu temelde gelişiyordu. Özgür Kürt olarak var olabilmek Kürt soykırım sistemini yaratan küresel hegemonik kapitalist modernite sisteminden kopmayı da gerektiriyordu. Kapitalist modernite sisteminden kopmadan özgür Kürt olacağım iddiası boş bir iddia, temelsiz bir görüş, bir aldatmaca, yanılgı, bir hayal gibiydi. Birçok güç bu yanılgıyı yaşadı. Onların amacı küçük burjuva bireyciliklerini yaşamak için maddi ortam yaratmaktı. Dolayısıyla işin özüne çok ulaşmak istemediler. Hatta işin özünü bu biçimde gördükçe oradan kaçmaya, kopmaya yöneldiler.

Fakat Önder Apo onlar gibi olmadı. Önder Apo ciddiydi, samimiydi. Kürt sorununu kendi yaşamı için bir araç olarak kullanma değil de gerçekten de Kürt halkını var ve özgür etme mücadelesine kendini adamayı esas almıştı. Özgür Kürt olarak yaşamayı öngördü. Bu bilince ulaşıp böyle bir yaşama adım atınca da bunun kapitalist modernite sistemi içinde olmadığını, sistemden kopuşu gerektirdiğini gördü. Görünce de böyle bir kopuşta tereddüt etmedi. Buna Önderliksel çıkış diyoruz. Aslında Önderliksel çıkış, ilk Önderleşme sistemden bu biçimde kopmayı ifade etti. Önderlik düzeyinde yaşanan bu kopuş tabii bir anlayışa, örgüte, yaşama, mücadeleye dönüştü. Önderliğe katılan herkesin benzer bir biçimde sistemden kopması gerekti.

PKK’nin baştan itibaren sistemden bu biçimde kopuşu çok önemlidir. Henüz ulus devlet çizgisini aşamamış olsa da ulus devlete dayalı küresel kapitalist modernite sistemden kopmayı pratikte yaşıyordu. Düşünce olarak ulus devleti savunuyor, pratik olarak ise ondan kopuşu yaşıyordu. PKK’nin kendi içindeki temel çelişkisi aslında uzun bir süre bu biçimde yaşandı. Böyle bir çelişki var oldu. Bunun için aslında diğer örgütlerin ilkel Kürt milliyetçiliğini, yine reformist teslimiyetçi Kürt milliyetçiliğini sistem içilik olarak değerlendirdi. Şiddetle eleştirdi. Onların bu otonomici yaklaşımlarını aslında sistemden kopamamak olarak gördü. Kendi sistemden kopuşunu çok keskin bir ulus devletleşmeyle olabileceğini değerlendirdi, buna inandı ve bu temelde ulus devlet çizgisini çok yoğun ve keskin bir biçimde savundu. Teorik olarak düşünsel planda hep ulus devlet çizgisini öngördü. Ulus devlet yaratmayı hedefleyen bir örgütlenme ve mücadeleyi geliştirmeye yöneldi.

Daha sonra 12 Eylül faşist-askeri darbesi gelişince, darbeye karşı yurtdışına çıkma, yine darbeye karşı temel mücadele olarak gerillayı öngörüp Kürdistan dağında gerillaya yönelme, baştan itibaren sistemden kopmayı ifade eden bu yapıyı daha da geliştirdi, derinleştirdi. Ona biçim kazandırdı. Somutluk yarattı. Pratikte gerçekleşme düzeyi kazandırdı. Bu durum giderek PKK’de esas olarak var olan iç çelişkiyi de derinleştirdi. Bir taraftan ulus devlet çizgisi esas alınıyor. Kürt sorunun ulus devlet çözümü için çaba harcanıyordu. Diğer yandan ise ulus devletçi küresel sistemden kopuş yaşanıyordu. Kürt soykırım sisteminden kopmak, özgür Kürt olarak var olmak, örgütlenmek ve mücadele etmek kesinlikle küresel ulus devlet sisteminden, Kürt soykırım sisteminin dayandığı sistemden kopuşu gerektiriyordu. Pratik duruşta kopuş gelişti. Düşüncede ulus devlet anlayışı var oldu. PKK’nin düşünce gücü, pratik tecrübesi o dönemde bu çelişkiyi çözmeye yetmiyordu ve aslında Kürt sorununun daha önceki direnme süreçlerinde çözülememesini PKK, ulus devlet çizgisinin güçlü, etkili, örgütlü yürütülememesinden kaynaklandığını değerlendiriyordu. Dolayısıyla kendini bu alanda daha fazla derinleştirdi.

Fakat ‘90’lı yıllardaki gelişmeler bu konuda çözümün öyle çok hızlı gerçekleşmeyeceğini ortaya koydu. Gerillanın bir dönem uygulanmasının ortaya çıkardığı ulusal diriliş devrimi, serhildanlar Kuzey Kürdistan’da önemli bir durumu ortaya çıkartsa da diğer sömürge ülkelerde, toplumlarda gerçekleşene benzer bir biçimde siyasi ya da askeri yollarla ulus devlet çözümü hızla gerçekleşmedi. Bu durumda Önder Apo, ideolojik çizgiyi daha çok derinleştirmeye, bunun nedenlerini daha fazla anlamaya yöneldi.

Yeni fedai-militan çizgideki gerillacılık tam da bu temelde gelişti. Başka ülkelerdeki gerilla ölçüleri Kürdistan’da TC. faşist-soykırımcı sömürgeciliğine karşı mücadeleyi geliştirmek için yetmedi. Dolayısıyla ancak fedai çizgideki bir gerillacılık bunu yapabilir görüldü ve PKK, 1986’dan itibaren 3’üncü Kongre değerlendirmelerine dayalı olarak gerillayı fedai çizgisinde bir gerillalaşma olarak ele aldı.

Diğer yandan partiyi gerillaya bağladı. Gerilla için öngörülen çizgiyi partinin ideolojik çizgisi olarak değerlendirdi. Dolayısıyla partinin yaşadığı profesyonel devrimciliği de fedai-militan çizgide bir devrimcilik olarak tanımladı. Parti ve gerillayı iç içe, bir bütün olarak ele aldı. Bu bir açılımdı. Mücadeleyi geliştirmesi, yenilgiyi önlemesi, özgürlük savaşını sürdürebilmesi için bu hususlar önemli açılımlardı. PKK’ye güç verdi, güç kattı. Reel sosyalizmin çözülmesine rağmen, PKK’nin ayakta kalmasına ve mücadeleyi geliştirmesinde bu özellikleri önemli bir rol oynadı.

Bunlarla birlikte benzer bir açılım olarak Kadın Özgürlük Çizgisini geliştirmeyi, dolayısıyla özgür yaşamda, toplumsal özgürlükte daha fazla derinleşmeyi, fedailiği kadın özgürlük çizgisinde bir yaşam olarak tanımlamayı öngördü. Bu düzeyde devrimin ideolojik düzeyini derinleştirdi, kapsamlılaştırdı. Böylece Kadın Özgürlük Mücadelesini gündeme getirdi. Kadın Özgürlük Devrimi’ni başlattı. Bu çerçevede kadını daha güçlü ve etkili bir biçimde mücadelenin içine çekme, katma düzeyine ulaştı. Daha önce bir kitlesel mücadele gücü, destek bir güç olarak rol oynarken, kadın böyle bir ideolojik tanımlama temelinde partileşen, gerillalaşan, topluma öncülük eden ve geniş kitleler düzeyinde devrime katılan bir güç haline geldi. Bunlar da ‘90’lı yıllarda PKK devrimini ayakta tutan, güçlendiren temel etkenler oldu.

Aslında ’90 başlarında Reel Sosyalizm çözülür, bütün Komünist-Sosyalist Hareketler geri plana düşerken, PKK’nin varlığını koruması, ayakta kalması, hatta kendisin daha çok geliştirmesi esas da bu etkenlere dayandı. Dikkat edilirse bunlar bir ideolojik derinleşmeydi. PKK’nin yaşadığı çelişkili duruma bir tür cevap oluyordu. Ama tümüyle yeterli bir cevap da olmadı.

Sonuç olarak böyle bir partileşme, gerillalaşma ve kadın özgürlük devrimi temelindeki ideolojik derinleşmeye dayalı olarak gerilla savaşını, ulusal kurtuluş mücadelesini ‘90’lı yıllarda daha fazla derinleştirdi, geliştirdi, yaydı. PKK bunu büyük bir savaşa dönüştürdü. ’84 15 Ağustos’u başlangıç alınırsa, 9 Ekim ‘98’deki uluslararası komploya kadar ulus devlet çizgisinde süren 15 yıllık kesintisiz bir ulusal kurtuluş savaşı yürütüldü. Normal olarak sömürge ülkelerde halkların yürüttüğü savaşlara denk bir savaştı. Süre, şiddet ve toplumsal katılım olarak ortalama ulusal kurtuluş hareketlerinden zayıf değil, onun üstündeydi. Dolayısıyla bu savaş düzeyini her ülkede yarattığı çözüme benzer bir çözümü Kürdistan’da da ortaya çıkması gerekiyordu.

Nitekim 9 Ekim ‘98’de Avrupa’ya çıkmaya karar verirken Önder Apo’nun bunu düşünmüş olduğunu da değerlendirebiliriz. Böyle büyük bir savaş verildi. Bunun ortaya çıkardığı gerçekler, siyasi-askeri-örgütsel sonuçlar var. Bu sonuçları Avrupa’nın demokratik söylemleriyle de birleştirirsek o zaman Kürdistan sorununun siyasi çözümünü gerçekleştirebiliriz düşüncesiyle Önder Apo komplocu dayatma karşısında çıkışı Avrupa’ya yaptı. Çözümün önünü açıcı politikalar da geliştirdi; Roma’da 8 maddelik son derece çözümleyici bir program sundu. Herkesi de böyle bir program temelinde sorunla ilgilenmeye, tartışmaya, soruna muhatap olmaya çağırdı.

Burada şunu görmemiz gerekiyor: 15 yıllık gerilla savaşı aslında her türlü sömürge sorununu, ulusal sorunu çözmek için yeterli bir ulusal kurtuluş savaşıydı. Yine Önder Apo’nun Roma’da ortaya koyduğu siyasi çözüm projesi normal ulusal ve sömürge sorunların siyasi çözümü için yeterli, en makul bir projeydi. Fakat sonuç ne oldu? Uluslararası komplo oldu. Ne 15 yıllık savaşla öngörülen ulus devlet çözümü gerçekleşti ne de 8 maddelik siyasi çözüm programıyla Avrupa ortamı harekete geçerek Kürt sorununun siyasi çözümü yönünde adım attı. Bütün bu çalışmaları yürüten Önderliğe imha dayatıldı. İmralı yolu gösterildi. İmralı işkence ve tecrit sisteminde çürütmeye alınma ve terk edilme reva görüldü. İşte uluslararası komplo gerçeği bunu ifade ediyor.

Önder Apo bütün bunları yaşadı ve komplo gerçeğiyle bu temelde karşı karşıya kaldı ve komplo dayatması karşısında bütün olup bitenleri değerlendirdi. En çok neyi değerlendirdi? Kürdistan’da ne savaş ne de yürütülen siyaset Kürt sorununun ulus devletçi çözümü için yetersiz değildi. Hatta fazlasıyla yapılmıştı. Hem içerik bakımından hem süre bakımından daha fazla olmuştu. O halde diğer ülkelerde gerçekleşen çözüme benzer bir çözümün Kürdistan’da da gerçekleşmesi gerekirdi. Normal sürecin böyle işlemesi lazımdı. Fakat pratik süreç nasıl oldu? Çözüm yerine imha gündeme geldi. Uluslararası komployla karşılaşma yaşandı. İmralı çürütme politikasına, tecrit ve işkence sistemi içine konma gerçekleşti. Bu neyi ifade ediyordu? Önder Apo şahsında yaşanan bu gerçekliğin ifade ettiği şey neydi? Demek ki Kürt sorunun çözümü diğer ülkelerdeki ulusal ve sömürge sorunların çözümü gibi olmuyor. Kürdistan’da ulus devletçi çözüm olmuyor. Küresel sistem, ulus devletçi yapı Kürt sorununun ulus devlet çözümü için kapalıdır. Nasıl ki Kürt varlığı ve özgürlüğü için mücadeleye girmek sistem yaşamından kopmayı gerektiriyor idiyse, aslında Kürt varlığını ve özgürlüğünü pratikte çözüm haline getirmek bu sistemi değiştirmeyi gerektiriyor. Bu sistemin parçası olma temelinde bir çözüm yoktur.

Bu konuda Hewlêr merkezli oluşan yapı, Güney Kürdistan’daki “Kürt statükosu” denen şey bir çözüm sistemi değildir. Yanıltıcı olmamalı, yanlış anlaşılmamalı. O kesinlikle bir ulus devlet çözümünü içermiyor. Güney Kürdistan’daki sistem PKK’ye karşı ortaya çıkartılmıştı. Yoksa Kürt sorununu çözmek, Kürt ulus devletini yaratmak için değil. Bu pratikte komployla birlikte kendini net ortaya çıkardı. Yoksa PKK’nin yürüttüğü mücadelenin de en az Güney Kürdistan’daki kadar bir Kürt statükosunu, ulus devlet yapılanmasını açığa çıkartması, sistemin buna razı olması gerekirdi. Oysa öyle olmadığını gördük.

Peki, Güney Kürdistan’da buna niye evet dendi? PKK’ye karşı savaştığı için evet dendi. PKK’ye karşı savaşı durdursun bir gün bile bu statükoyu yaşatmazlar. Bu bakımdan Güney Kürdistan gerçeği yanıltıcı olmamalı. Oraya bakarak Kürt gerçeğini, Kürt sorununun çözüm yöntemlerini değerlendirmemek lazım. Öyle yapanlar her zaman yanlış değerlendirirler. PKK düşmanlığına giderler. Oysa kendi varlıkları PKK’nin varlığına bağlıdır. PKK olmadığı an kendileri yok olmaya mahkumdur.

Şunu gördük: Aslında mücadeleye atılmak sistemden kopuşu gerektirdi. Kürt soykırım zihniyet ve siyasetini yok etmek, Kürt sorununu özgürlük ve demokrasi temelinde çözmek aslında sistemi değiştirmeyi gerektirdi. Bunun gerçekleşebilmesi için Kürdistan üzerinde sömürgecilik, soykırımcılık uygulayan sistem; sömürgeci-soykırımcı devletlerden tutalım da hegemonik kapitalist sistemine kadar hepsinin demokratikleşme temelinde değişimini gerektirdi.

Aslında paradigma değişimi, ulus devlet ideolojisinin çözümsüzlüğü, onun yerine yeni bir ideolojik arayış ve demokratik ulus ideolojisinin geliştirilmesi böyle ortaya çıktı. Önder Apo 2001’de AİHM’ne sunduğu “Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa” adlı kitabında PKK’nin ideolojik bunalım yaşadığını, dolayısıyla bu bunalım çözülmedikçe artık PKK adıyla devam edilemeyeceğini belirtmiş, isminin değiştirilmesini istemişti. İdeolojik bunalım bu temelde yaşanıyordu. Bu ideolojik bunalım neyle aşıldı? Ulus devlet ideolojisinden kopulup demokratik ulus ideolojisinin açığa çıkartılması ve esas alınmasıyla aşıldı. Demokratik ulus ideolojisini öngören paradigma değişiminin gerçekleştirilmesiyle aşıldı.

Her şey uluslararası komplo saldırıları ve ona karşı mücadele içinde ortaya çıkmadı. Baştan itibaren PKK’de böyle bir gelişme durumu ve sorun vardı. ‘86’daki 3’üncü Kongre’den itibaren hem parti ve gerillada fedaileşme hem de kadın özgürlük hareketini başlatma, geliştirmeyle birlikte ideolojik derinleşme ve ideolojik sorunlara çözüm arayışı daha çok gelişti. Bunlar ‘90’lı yıllardaki pratiğin başarıyla gelişmesine yol açan esas dayanaklar oldu. Fakat uluslararası komplo neyi gösterdi? Partide ve gerillada ne kadar fedaileşilirse fedaileşilsin, kadın özgürlük çizgisi ne kadar geliştirilirse geliştirilsin, ulus devlet ideolojisiyle, iktidar ve devlet anlayışı ve sistemiyle Kürt sorunu çözülmez. Kürt halkı özgürleşemez. Kadın özgürlük mücadelesi başarıya gitmez.

Aslında uluslararası komplo Önder Apo’ya bu gerçekleri gösterdi. Anlayıştaki çelişkiyi açığa daha net çıkardı ve onlar üzerindeki yoğunlaşma bir ideolojik devrimi yaşamayı, dolayısıyla yaşanan ideolojik bunalımı çözmeyi getirdi. Önder Apo, 2001’de ifade ettiği bunalımı paradigma değişimiyle aştı. Yeni ideolojik çizgiyi; demokratik ulus çizgisini tanımladı. Yeni siyasi yönetimi; Demokratik özerkliğe dayalı demokratik konfederalizmi tanımladı. Yeni savunmayı; Demokratik öz yönetim ve öz savunma sistemi olarak tanımladı. Esas itibariyle de bütün bunları paradigma olarak gerçekleştirecek iktidarcı ve devletçi olmayan, kadın özgürlüğüne ve ekolojiye dayalı demokratik toplum paradigmasını yeni partileşmenin temel zihniyeti olarak geliştirdi. Paradigma değişimini yaşadı. Dolayısıyla küresel kapitalist modernite sisteminin çözümsüzlüğüne karşı PKK, demokratik ulus çizgisiyle kendisini çözüm gücü haline getirdi. Uluslararası komploya zemin sunan PKK’nin anlayış boyutundaki çelişkilerini çözümleyerek PKK’nin anlayış düzeyinde, ideolojik-politik çizgide, uluslararası komployu ve onun dayandığı zihniyeti ve siyaseti aşmasını, dolayısıyla uluslararası komployu yenilgiye uğratacak düzeyde Kürt sorununu çözecek bir anlayış ve politikayı ortaya çıkartmasını sağladı. Bu uluslararası komplonun aşılması, dolayısıyla mücadele edilerek uluslararası komplonun yenilebileceğinin ortaya çıkartılmasıydı.

Önder Apo “uluslararası komplo ve İmralı süreci olmasaydı bu denli derin düşünsel yoğunlaşma, değişim ve dönüşüm yaşamazdık” diyor. Kendisi açısından bunun önemli olduğunu belirtiyor. Kuşkusuz bu değerlendirme çok önemli. Paradigma değişimini ve bu temelde Üçüncü Önderliksel Doğuşun böyle yaşandığını ifade ediyor. Bunlar oldukça anlamlı. Fakat doğru anlamak da gerekli. Yalnız başına uluslararası komplo zorlaması buna yol açtı dersek bu doğru olmaz. Bir defa bu sürecin öncesi var. O birikim olmasaydı, yalnız başına uluslararası komplo ve İmralı süreci böyle bir süreci getirmezdi.

Diğer yandan uluslararası komplo süreci Önderliği böyle bir değişime, dönüşüme, Üçüncü Önderliksel Doğuşa nasıl götürdü? Zorlayarak değil de aslında daha önceki ulus devlet çizgisinin başarısızlığını, çözümsüzlüğünü, gerçekleşmeyeceğini ortaya çıkartarak sağladı demek daha doğrudur. Önderlik komployla bu gerçekliği gördü. Çünkü hem savaşı hem de siyaseti gerektiği kadar yapmasına rağmen hedeflediğini, istediğini alamadı. O halde, neden böyle oldu sorusunu sordu ve bunun üzerinde yoğunlaştı, araştırdı. Gördü ki bu az savaştığından, az siyaset yaptığından kaynaklanmıyor. Tersine, ulus çözümü çözüm değil, öyle bir özgürlük, bağımsızlık yok. Sahte bir biçimde devlet kuruluyor, özgür oldum deniliyor. İkinci gün tekrar sisteme bağlanıp bir işbirlikçi köle haline geliniyor.

20’nci yüzyıl boyunca ulusal kurtuluş hareketleri adına dünyanın her tarafında yaşananlar günümüzdeki bu duruma geldi. Dolayısıyla aslında bu bir çözüm değil. İkincisi Kürdistan’da böyle bir çözümün önü bile kapalı. Sistem buna bile izin vermiyor. O halde ulus devlet arayışıyla hiçbir çözüm yaratılamaz, sonuç elde edilemez. Çözüm için başka anlayışlara, siyasi projelere ulaşmak gerekli. Bunların arayışı, yoğunlaşması Önder Apo’yu paradigma değişimine, demokratik ulus çizgisine, demokratik özerkliğe dayalı demokratik konfederalizm projesine götürdü. İktidarcı ve devletçi olmayan bir zihniyeti, ideolojiyi yarattı. Sosyalizmi ve demokrasiyi devletin ve iktidarın tekelinden kurtararak kendi aralarında birleştirdi ve demokratik sosyalizmi tanımladı. Bunun toplumsal projesi olarak demokratik ulusu tanımladı. Siyasi projesi olarak demokratik özerkliği ve demokratik konfederalizmi tanımladı ve bütün bunları da kadın özgürlüğüne ve toplumsal ekolojiye dayandırdı. Bu, Önderliksel düzeyde çözümsüzlüğün aşılarak çözümün yaşanır hale gelmesi, çözümün bulunması ve gerçekleştirilmesi oldu. Üçüncü Önderliksel Doğuş böyle bir gelişmeyi ifade ediyor.

Soru-8) Hareketiniz 21. yüzyılı, kadın yüzyılı olarak değerlendirdi. Komplonun geliştiği yıllar da Kürdistan’da Kadın Özgürlük Mücadelesinin yükseldiği yıllardı. Böyle bir dönemde uluslararası komplonun gelişmesi Kadın Özgürlük Mücadelesi açısından nasıl bir anlam taşıyor? Komplo en fazla kadınları hedefledi, neden? Yine bu saldırılara karşı Kürt Kadın Hareketinin gelişimi ve mücadelesi nasıl oldu?

Kürdistan’da kadının devrime katılımı kuşkusuz hem zor hem de çok anlamlı bir olaydır. Önder Apo da her zaman böyle yaklaştı. Kadın yaklaşımını diğer yaklaşımlardan çok daha ciddi ve disiplinli ele aldığını rahatlıkla belirtebiliriz. Kuşkusuz başlangıçta anlayış düzeyinde teorik ve ideolojik olarak çok derin bir kavrayışı yoktu. Fakat kadın gerçeğini mevcut düzenin ve sömürgeci sistemin en çok ezdiğinin, köleleştirdiğinin, dolayısıyla çok önemli bir sorununun bu köleliği yıkarak kadını özgürleştirme sorunu olduğunun, bunun için de gereken ciddiyetle ve önemle yaklaşmak gerektiğinin bilincindeydi. Nitekim manifestoda da bu yaklaşım net bir biçimde yer aldı.

Pratik olarak PKK gelişimi çok yoğun kadın katılımıyla olmadı. Fakat düşüncedeki mevcut yaklaşımının gereği olarak pratikte de bir yaklaşım geliştirdi. Bu hem Türk sol örgütlerinde hem de reformist Kürt küçük burjuva örgütlerinden farklıydı. Küçük burjuva Kürt örgütleri birer erkek örgütlenmesiydi. İçlerinde kadına yer verme yoktu, ya da yok denecek kadar azdı. PKK baştan itibaren az da olsa kadının ideolojik gruba katılımını öngören ve giderek Kürdistan’daki yayılımı içerisinde de kadın katılımını artıran bir Kürt örgütlenmesi olarak diğer Kürt örgütlerinden ayrıştı.

Türk sol örgütlerinden de bireysel yaşam yaklaşımları temelinde bir ayrışmayı yaşadı. Özellikle ‘70’li yıllardaki sol örgütlenmelerin kadın yaklaşımı bir yoldaş, devrimci militan olarak harekete katılmaktan önce hemen bir eş olarak katmayı öngörüyorlardı. “Devrimci evlilik” adı altında sol örgütlenmeler içerisinde bu bireyci eğilim çok fazlaydı. Apocu grup bu bakımdan da Türk sol hareketinden ayrı bir tutum izledi. Önceliği mücadeleye katılmaya, yoldaş olmaya verdi. Her ne kadar böyle bir katılım zor olsa da dikkatli bir biçimde onu geliştirmeyi öngördü. Yine de bir bütün olarak daha sonraki süreçte olduğu gibi böyle bir çizgi izleyemedi.

Nitekim ilk katılanlardan olan Fatma’nın durumu ve bazı yaşanan olaylar toplumsal gerçekliğin ve Kürt sol hareketinin ağır etkisi altında olunduğunu gösteriyordu. Fakat yeniden şunu belirtebiliriz: Önder Apo, Programda ve manifestoda Kürt özgürlüğünü çok sağlam bir şekilde ortaya koydu. PKK’nin kuruluş bildirgesinde de diğer toplumsal kesimlere olduğu gibi ve onlardan çok daha öncelikli olarak Kürt kadınlarına bilinçlenmeleri, örgütlenmeleri, mücadeleye katılmaları, kendi özgürlüklerini Kürdistan’ın özgürlüğüyle birlikte sağlayacak büyük bir mücadele içine girmeleri çağrısı yaptı. Bu güçlü, önemli bir çağrıydı. Gerçekten bütün kadın kesimlerinde de karşılık buldu. Genç kadınlar da olduğu kadar her yaşta kadında da karşılık buldu. Parti kuruluşu, Hilvan-Siverek direnişleriyle birlikte pratikleşip toplumu etkiler hale geldiğinde kitlesel olarak en yaygın etkilenen toplumsal kesimin başında kadın geldi. Başta Mardin, Batman, Urfa alanları olmak üzere Dersim’den Serhat’a kadar birçok alanda partinin kadın tabanı çok hızlı bir şekilde gelişti, genişledi, büyüdü.’ 79-80 süreci böyle bir gelişmeye tanık oldu.

 Aynı düzeyde olmasa bile kadro katılımı da başlangıçtaki ideolojik dönemindeki darlığı fazlasıyla aşan, genişleyen bir düzeye geldi. Zindan direnişinde kadınlar yer aldı. Kadınlar da tutuklandı. O, aslında mücadeleye katılımda önemli bir alan da oldu. Düşmanın az da olsa kadınları da tutuklaması, benzer işkence ve baskılardan geçirmesi, özellikle Diyarbakır zindanında her türlü hakareti yapan bir yaklaşım içinde olması kadın militanlaşmasını, devrimcileşmesini, kadın özgürlüğü için mücadele etme gereğini daha çok geliştirdi. Mücadelecilik boyutunda hem kadını etkiledi hem de erkeği etkiledi. Sara yoldaş öncülüğündeki bu büyük direnişin gerçekten önemli etkisi var.

Tabii benzer durum daha yaygın olarak yurtdışı çalışmalarında yaşandı. Lübnan-Filistin sahasındaki toparlanma ve hazırlık dönemine belli bir kadın kadro topluluğu katıldı. Bu süreçte Avrupa’da gelişen çalışmalar içerisinde kadın desteği tıpkı Kürdistan’daki gibi arttı. Aynı durum Rojava Kürdistan’da da destek olarak gelişme gösterdi. Bunlar önemli adımlardı.

Bütün bunların üzerine 15 Ağustos gerilla atılımı yaşanınca ve bu atılımla başlayan gerilla mücadelesine Kürt kadınları da birer özgürlük savaşçısı olarak silah kuşanıp katılınca söz konusu gelişmeler bir hamlesel düzeye dönüştü. Hem nicel hem nitel olarak büyük bir sıçrama yaptı.

Mahsum Korkmaz Akademisi eğitim sürecinde böyle bir katılım yoğunlaşması oldu. 3’üncü Kongre’de Kadın Özgürlük çizgisi temelinde yaşanan ideolojik derinleşmeye dayalı olarak Mahsum Korkmaz Eğitim Akademi sürecinde Önder Apo’nun kadın sorununa ilişkin geliştirdiği çözümlemeler, bunların basın üzerinden yayınlanması toplum içinde yoğun bir yankı yaptı, etkide bulundu. Öncelikle kadınları çok hızlı etkiledi, harekete geçirdi. Erkeği de durumu yeniden değerlendirme, doğru anlama, kadına doğru yaklaşmak biçiminde kendini sorgulama süreci içine aldı. Böyle bir sürecin o dönemde etkili bir biçimde geliştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

1990 başındaki gelişmeler bu konuda çok daha fazla etkili oldu. Gerilla mücadelesinin toplumu ulusal diriliş devrimine götürmesi, Cizre ve Nusaybin’den başlayan serhildanların Kuzey’de bütün Kürdistan’a yayılması, aslında ulusal diriliş devrimi kadar kadın özgürlük devriminin başlangıcı da oldu. Çünkü serhildanlarda öncülüğü yapan ve en çok yer alan kadınlardı. Gerillada kadınların varlığı toplumu çok derinden etkilemişti. Önder Apo’nun değerlendirmeleri eğitici ve sevk edici olmuştu. Bu temelde yoğun bir kadın katılımı, kadının düzenden, sömürgeci sistemden kopuşu, aynı zamanda da erkek egemenliğini sorgular ve ondan kopuşu başlatır hale gelmesini gündeme getirdi. Önemli bir süreçti. ’90 başını böyle değerlendirmemiz lazım.

Buna Zelê pratiğinde olumsuz yaklaşımlar, geleneksel erkek egemen zihniyet ve yaşamı ifade eden tutumlar dayatılmaya çalışıldı. Bozucuydu, zorlayıcıydı. Önderlik buna müdahale etti. Yoğun bir değerlendirmeyle hem kadın özgürlük çizgisini daha belirgin kıldı hem de kadın gerillalaşmasının teorik temellerini oluşturdu. Buna dayalı olarak ’95 Mart başında yapılan Kongre’yle YAJK kuruluşu gerçekleşti. Üçüncü Kongre’den sonra da 1987’de Avrupa’da yapılan Kongre’yle YJWK kurulmuştu. Bu kadının kitlesel örgütlenmesiydi. YAJK militan örgütlenme oluyordu. YJWK’yi aşan düzeyde öncü örgütlülüğü geliştirmeyi hedefleyen bir örgütlenmeydi. Bu temelde özgür kadın birlikleri gelişme gösterdi. Gerilla da kadın etkinliği nicel ve nitel olarak çok daha fazla arttı. Kadının hem gerilla hem de kadın direnişindeki konumu son derece etkili, öncülük düzeyine tırmanan bir noktaya geldi. Zaten PKK’nin ‘90’lı yıllarda ayakta kalma ve mücadeleyi geliştirmesinde Parti ve gerilladaki fedaileşmeyle birlikte kadın özgürlük çizgisi ve hareketinin gelişimi belirleyici bir rol oynadı.

Komployu Önder Apo’ya ve PKK’ye karşı baştan itibaren gelişen planlı saldırıların bir halkası olarak değerlendirirsek kadın özgürlük mücadelesinin geliştiği ‘90’lı yıllar baskı karşısında kadın direnişinin özgürlük mücadelesine nefes aldırma, güç katma, ayakta tutma hareketi olarak olarak değerlendirilebilir. Yani kadın, baskıya karşı mücadeleyi ayakta tutabilmek için refleksleriyle, bilinciyle mücadeleye daha çok katıldı. Bir de Önderlik düzeyi bunu bilinçli ve planlı olarak geliştirmeye çalıştı.

Yine eğer uluslararası komployu ’87-88 saldırısıyla, ya da daha somut olarak ’92 Güney Savaşı’yla başlayan bir süreç olarak görürsek bu durum, küresel kapitalist modernite sisteminin, yani Kürt soykırım sisteminin PKK’ye dönük gerçekleştirdiği topyekûn bir saldırı süreciydi. Buna karşı PKK bir yandan fedaileşmeyi derinleştirirken, diğer yandan kadın özgürlük çizgisini ve buna dayalı olarak da kadının özgürlük mücadelesine gerilla ve halk direnişi temelinde daha etkin katılımını sağlayarak cevap verdi. İmha amaçlı saldırıları böyle bir güçle karşılamayı ve kırmayı hedefledi. Bu da kadın özgürlük mücadelesini daha çok geliştirdi, yükseltti. Önderlik buna büyük önem verdi. Teorik düzeyde büyük gelişmeler ortaya çıkardı. Düşünceyi derinleştirdi, çizgi geliştirdi. Kadın Özgürlük Devrimi’ni çizgiye kavuşturdu, ilkelerini ortaya çıkardı. Pratikte ise eğitip örgütleyerek güç ve destek vererek kadının mücadele tecrübesinin, bilincinin daha fazla gelişmesi, enerjisinin pratiğe daha çok dönüşmesi için çaba harcadı. Bunlar oldukça bilinçli, örgütlü çabalardı. Aslında sömürgeci-soykırımcı saldırıları kırma amaçlı çabalardı ve karşılık buldu. Kadın mücadelesi de bu temelde yükselim gösterdi.

 Uluslararası komploya karşı gelişen “Güneşimizi Karartamazsınız” fedai direnişi, büyük bir direnişti. Bu direnişte kadın ve erkek birlikte yer aldı. Ama kadının daha etkili katılımı görüldü, mücadeledeki öncülük düzeyi burada ortaya çıktı. ‘90’lı yıllarda Önder Apo’nun çabalarıyla yaşanan teorik, örgütsel ve askeri gelişmeler buna yön verdi. Bu beraberinde Beritan ve Zilan öncülüğünü ortaya çıkardı.

Gerçekten Zilan çizgisi Önder Apo’yu fedaice sahiplenme ve savunma çizgisi olarak varlık buldu, dolayısıyla Önder Apo’ya yönelik saldırılara karşı mücadelenin çizgisi oldu. Zilan çizgisinde bilinçlenen ve örgütlenen kadın, uluslararası komplonun imha saldırılarını görünce ona karşı her kesimden önce daha büyük bir cesaret ve fedakârlıkla direnişe yöneldi. Birçok fedai eylemini kadın militanlar, yurtsever kadınlar gerçekleştirdi. Çok daha gözü pek, cesur ve fedakâr olduğu ortaya çıktı. Zaten kadının pratik katılımını değerlendirirken de önder Apo şunları söylemişti: “Daha çok bağlılar, daha çok dürüst ve samimiler, daha az kaçıyor ve daha az bozuyorlar. Devrime daha büyük güç ve değer katıyorlar” demişti. Bu temelde bilinçlendirilir, eğitip örgütlendirilen kadın, komplo karşısındaki direnişte daha fazla rol oynadı.

Aslında kadının daha güçlü olan duygusal zekâsı, uluslararası komplonun ortaya çıkardığı tehlikeyi, saldırıyı daha fazla hissetmesini getirdi. Aşırı duygusallığın yarattığı zorlanmalar aşıldığında bu büyük bir cesaret ve fedakârlık olarak ortaya çıktı. Tabii zorlayıcı olan dar, aşırı duygusallıktı. O bazı biçimlerde zorlayıcı olsa da genel kadın duruşu ve mücadelesini belirlemedi. Belirleyici olan komploya karşı direnişe katılım ve onun geliştirilmesiydi.

9 Ekim ve 15 Şubat arasında komploya karşı mücadelede bu net görüldü. 15 Şubat komplosuna karşı tepkide yine çok belirgin bir biçimde görüldü. Komploya karşı gelişen serhildanlarda kadınlar çok aktif yer aldı. Daha sonra, 24 yıllık uluslararası komploya karşı mücadelede de kadın örgütlülüğü, ’90’lı yıllardaki düzeyini aşarak kendisini partileştirerek, gerillalaşmasını geliştirerek, toplumsal hareketini daha eğitimli ve örgütlü kılarak büyük bir özgürlük hareketi, özgürlük devrimi, Kürt Özgürlük Mücadelesinin öncü gücü haline kendini getirdi.

Komplo en fazla kadınları hedefledi. Neden? Çünkü komploya karşı en gözü pek bir biçimde en cesur, en fedakâr, en yaygın direnen kesim kadınlardı. Dolayısıyla da komplo özgürlük umutlarını, bilincini kırmak istiyordu. Kadın özgürlüğü ise bütün toplumsal özgürlüklerin temeli, esasıydı. Kadın özgürlük bilinci, etkinliği kırılmadan toplumsal özgürlüğü zayıflatmak, onun bilincini, örgütlülüğünü geriletmek mümkün olmazdı. O bakımdan da bu saldırı tesadüfi değildir. Son derece bilinçli ve planlı bir saldırıdır.

Aslında nasıl Önderliğe saldırıldıysa, PKK’yi tasfiye etmek, gerillayı ezmek, soykırımı tamamlamak için komployla Önderliğin imhası öngörüldüyse ki bu öncülüğe saldırıydı. Dolayısıyla öncülüğünü geliştiren ve hızla bu durumu güçlendirmekte olan özgür kadın mücadelesine saldırının da böyle bir boyutu var. Öncüye yöneltilmiş bir saldırı olarak görmek lazım. Geneli zayıflatmak, tasfiye etmek için öncünün imhası gerekiyor. Bu ideolojik, örgütsel ve pratik düzeyde öyledir.

Komplo karşısındaki mücadele sürecinde, hareketin yeniden yapılanması sürecinde kadın hareketi de kendini yeniden yapılandırdı. PAJK yapılanması gelişti. KJB daha sonra KJK örgütlülüğü oldu. Her alanda kadın eğitimi ve örgütlenmesi gelişti. Mücadeleye her düzeyde öncülük edecek bir boyut kazandı.

Komplonun kadını hedeflemesi zaten genel egemen zihniyet ve siyasetin bir gereği de oluyor. Sadece komploya özgü değil, erkek egemen faşist diktatörlüklerin en çok korktuğu ve saldırdığı kesim, bilinçli ve örgütlü özgürlük mücadelesi yürüten kadın kesimi oluyor. Bu noktada şu önemli: Önder Apo “Bir saldırı eğer beni öldürmezse o zaman güçlendirir. Ben ondan güçlü çıkarım” dedi. Dolayısıyla önemli olan iki nokta var: Birincisi saldırının seni imha etmesine fırsat vermeyeceksin, ikinci olarak da saldırıya karşı mücadele etme yol ve yöntemini bulacak, cesaret ve fedakârlığını göstereceksin.

Şimdi uluslararası komplonun bütün topluma ve toplum şahsında kadına yoğun saldırısını da bu temelde değerlendirmek gerekiyor. Kadını, özgür kadın hareketini tümden dağıtıp imha edebilseydi tehlikeliydi. Ama öyle yapamayınca bu sefer neye yol açtı? Kadın özgürlük mücadelesinin daha çok gelişmesine, kadının daha çok bilinçlenmesine, daha fazla özgürleşmesine, daha çok örgütlenmesine, daha cesur ve fedakâr hale gelmesine, daha çok öncüleşmesine yol açtı. Aslında komploya karşı mücadele içerisinde Özgür Kadın Hareketi’nin bu kadar baskıya, zulme, işkenceye, tecavüze rağmen daha büyük gelişimini bununla açıklayabiliriz. Dikkat edilirse bu yaklaşım durumu izah ediyor, anlaşılır kılıyor.

Bunun yanında genelde de kadın hareketinin bir gelişimi var. 20’nci yüzyıldaki devrimlerden kalan etkiyi de sürdürüyor ve ondan farklı olarak Feminist Hareket her alanda biraz daha yaygın gelişiyor.

Önder Apo savunmalarda Jîneoloj’iyi geliştirdi. Kadın bilimini kurdu. Kadına bilimsel, felsefi yaklaşımın gereklerini gösterdi ve kadın özgürlüğünü teorik ve ideolojik olarak çok geniş bir biçimde çözümledi. Erkek egemen zihniyet ve siyaseti, baskı ve köleleştirme durumunu tüm boyutlarıyla teşhir etti. Eleştirip mahkûm etti. Bu alanda büyük bir aydınlanma hareketi yarattı. Bütün özgürlükçü gelişmelerin, ideolojik mücadelenin, devrimin temeline kadın özgürlüğünü ve kadın özgürlük devrimini koydu. Bu da Kürt kadınında çok önemli bir bilinçlenme ve örgütlenme yarattı. Gerçekleri görme, o derin yurtseverliği Kürt ve kadın özgürlüğüyle birleştirerek büyük bir bilincin, iradenin, yaratıcılığın ortaya çıkmasını, büyük bir enerjinin gelişmesini sağladı.

Tabii 20’nci yüzyıla büyük devrimler yüzyılı dedik. Herkes böyle değerlendiriyor. 21’inci yüzyılı devrimsiz bir yüzyıl olarak tanımlayamayız. 20’nci yüzyıl devrimler yüzyılıysa, onun tecrübesine dayanan 21’inci yüzyılın, daha büyük devrimlerin yüzyılı olması gerekir. En azından bir çıkarsama olarak bunu söyleyebiliriz. 20’nci yüzyıl için öngörülen devrimler nelerdi? En başta işçi sınıfı devrimiydi. İşçi sınıfı, öncü olarak görüldü. Buna dayalı olarak ulusal kurtuluş devrimleri, demokrasi hareketleri bunun birer parçası olarak esas alındılar. Ama yüzyıl devrimine damgasını vuran işçi sınıfıydı. İdeolojik, örgütlülük, tanımlama olarak kesinlikle böyleydi.

21’inci yüzyılın teorik, ideolojik, örgütsel ve eylemsel bakımdan 20’nci yüzyıldan farkı her şeyden önce bu devrimsel karakterin değişmesiyle ortaya çıkıyor. Bu sefer öncü kadındır. İdeolojik, örgütsel çizginin belirleyicisi kadın özgürlük mücadelesi ve çizgisidir. İşçi sınıfı öncülüğü 20’nci yüzyıldaki gelişmeleri yarattı. Aslında birçok gelişme heba da oldu, çözüldü de. Ama etkileri, kalıntıları sürüyor. Hepsi yok oldu demek doğru değil. Fakat iddia ettiği alternatif dünyayı yaratamadı. Bir dünya devrimini gerçekleştiremedi. Belli alanlarla, siyasi ve askeri boyutla sınırlı kaldı. Sonra da onun büyük kısmını kaybetti.

Şimdi bu durum neyi gösteriyor? İşçi sınıfı öncülüğüyle sonuç alıcı, zafer kazanıcı, kalıcı bir devrimin, özgür yaşamın, demokratik toplumun, komünalizmin gelişemeyeceğini gösteriyor. Mevcut gelişmeler küçümsenmemekle birlikte devamlılığını sürdüremedi. O halde yeni öncülüğe ihtiyaç vardır. Bu öncülüğü paradigma değişimiyle birlikte Önder Apo, kadın öncülüğü olarak tanımladı. İşçi öncülüğü yerine ideolojik düzeyde kadın öncülüğünü koydu. İşçi-köylü ittifakı, ulusal kurtuluş mücadelesinde temel güçtü. Özgürlük ve demokrasi mücadelesinde, demokratik modernite devrimindeyse kadın ve gençlik öncülüğünü temel güç, ittifak, öncülük olarak tanımladı, değerlendirdi. İdeolojik çizgi olarak kadının özgürlük çizgisini temel güç olarak koydu.

Bu paradigma değişimi temelindeki yeni devrimlerin esasını ifade ediyor. Kadın öncülüğünde oluşacak bir devrimdir. Dolayısıyla nasıl ki 20’nci yüzyıla öncülük karakteriyle işçi yüzyılı diyorsak, tabii ki 21’inci yüzyıla da kadın yüzyılı demeliyiz.

Şimdiden Kürdistan’da ve diğer alanlarda kapitalist modernite sistemine, erkek egemen düzene karşı gelişen kadın mücadeleleri, örgütsel ve eylemsel olarak, yine teorik ve ideolojik olarak hem canlılığı hem düzeyi hem etkinliğiyle öncülüğü gerçekleştirmiş durumda. Devrimci mücadele diyebileceğimiz bütün mücadelelere damgasını vuruyor. Dolayısıyla aslında 21’inci yüzyıl şimdiden kadın yüzyılı olmaya başlamıştır. Kadın 21’inci yüzyılı kendi yüzyılı yapma bilincini, iradesini, örgütlülüğünü ve eylemini ortaya çıkartmıştır. Artık olacak dememeliyiz, mevcut haliyle 21’inci yüzyıl, kadın yüzyılıdır.

Peki, bunun ötesinde ne demek gerekiyor? Acaba bu yüzyılın sonuçları ne olacak? Kadın hangi düzeyde, ne kadar gerçekleşecek, başarıya ulaşacak? Toplumsal devrimi ne kadar geliştirecek, toplumsal özgürlüğü ve onun yaşam alanı olarak demokratik toplumu ne kadar bilinçli, örgütlü olarak var edecek? Yeni bir dünyayı, demokratik toplum dünyasını ne kadar yaratacak? Özgür birey ve demokratik komüne dayalı yeni bir yaşamı, dünya gerçeğini hangi oranda, nerede, nasıl ve ne kadar var edecek? Aslında şimdi karşı karşıya olduğumuz, cevap bekleyen, pratikleşme isteyen sorular bunlardır. Bu yüzyılın bundan sonraki süreci aslında bu konularda netleşme yaratacak. Pratik gelişmeler soruların cevabının ne olduğunu gösterecek.

Özellikle gerillayla birlikte Önder Apo’nun kadın mücadelesine verdiği önem, ‘90’lı yıllardaki yoğunlaşmaları, çabaları doğru, yerinde olmuştur. Sonuçları kesinlikle boşa gitmemiştir. Hem ‘90’lı yıllarda hareketin yenilmezliğini yaratma hem de uluslararası komploya karşı yenilmezliğini sağlamaktan öteye devrimi daha da derinleştiren, toplumsal kılan, özgür birey ve demokratik komün çizgisine oturtan, dolayısıyla gerçek bir özgürlük devrimi, toplumsal devrim haline getiren bir düzeye ulaşmıştır. Bütün bunlar harcanan emeklerin boşa gitmediğini, çabaların sonuç verdiğini, dolayısıyla bu konudaki anlayışın, tutumun doğru, yerinde olduğunu, başarı getirdiğini göstermiştir. Önder Apo’nun diğer konulardaki değerlendirmeleri, çıkışları nasıl hep pratikte doğrulanmışsa kadın özgürlüğüne, Özgür Kadın Hareketi’ne dair değerlendirmelerin hepsi de parlak bir biçimde doğrulanmıştır. Dolayısıyla sonucu bu gelişmeler belirleyecek. Gittikçe bu etkinlik daha çok artacak. Kadın örgütlenmesi, bilinçlenmesi, kadın mücadelesi Önder Apo’nun öngördüğü hakikat devriminin adım adım gerçekleşmesini daha çok sağlayacaktır. Zihniyet ve yaşam tarzı devrimini daha güçlü geliştirecektir. Bunun ölçülerini özgür kadın duruşu belirleyecektir. Bu şimdiden netleşmiştir, önümüzdeki süreçte de daha çok gerçekleşecek ve kesinleşecektir.

Soru-9) Komplo gerçekleştiğinde doğanlar şimdi 25 yaşında. Yani gençlik kuşağı uluslararası komplonun saldırısı ve ona karşı mücadele koşullarında yetişti? Komplonun Kürt gençleri üzerindeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, günümüzün Kürt gençliği uluslararası komplo saldırısı ve ona karşı özgürlük direnişi içerisinde doğup büyüyen gençlik kuşağı oluyor. Bu bakımdan hem komplo saldırılarının etkilerini ruhunda, duygusunda, zihninde, davranışında yaşıyor, hem de komploya karşı büyük fedai direnişin etkilerini çok canlı ve derin bir biçimde kendi kimliğinde, kişiliğinde yaşıyor. Bu bakımdan günümüz gençliğini çözümlemek, doğru anlamak önemli. Bunu anlayabilmek için de mevcut etkilenme düzeylerinin ne oranda olduğuna bakabilmek lazım. Gerçekten uluslararası komplo saldırısı insan üzerinde, dolayısıyla günümüz Kürt gençliği üzerinde ne tür etkiler bırakıyor. Ruh, duygu dünyasında, düşünce ve davranış dünyalarında, yaşama bakışında, kişilik şekillenmesinde ne tür etkilenmeler yaratıyor? Bu çok önemli. Fakat şöyle değerlendirmek doğru olmaz: Komploya karşı mücadele yokmuş, dolayısıyla sadece komplo saldırısı var, o halde saldırı nasıl etkiliyor dersek, o tek yanlı bir yaklaşım olur. Hem mevcut komplo saldırısı gençliği etkiliyor hem de komploya karşı verilen büyük direniş gençliği etkiliyor. Günümüz gençliği amansız bir biçimde yaşanan bu çatışma içerisinde şekillenmiş, ruh, duygu, düşünce dünyasını oluşturmuş, davranışını geliştirmiş bir gençliktir.

Kuşkusuz komplo saldırılarının da çok etkisi var. Çünkü bu bir faşist-soykırımcı özel savaş saldırısıdır. Her türlü faşist-soykırımcı güçler, kontrgerilla, MİT, istihbarat, devlet gücü, çocuk, genç, yaşlı demeden, hiçbir hukuk, ahlak kuralı dinlemeden saldırı yürütmüş, katliam geliştirmiştir. Günümüzün Kürt gençliği, genç kadınları ve erkekleri bunların içinde doğup büyüdü. Daha çocukluk dönemlerinde büyük baskı ve işkenceyle tanıştılar. Çoğu zindanlarda büyüdü, baskı gördü, arkadaşının, annesinin, babasının, ablasının, abisinin işkence görmesiyle, hapiste yaşamasıyla, katledilmesiyle karşılaştı. Onların ağır acılarını yaşadı ve bu konuda gerçekten de hiçbir kural, ölçü tanımayan bir faşist-sömürgeci-soykırımcı saldırı oldu. İşbirlikçilikten, ajanlara, ihanete kadar herkes saldırdı. Bir yandan baskı uygularken diğer yandan okullarda, sokakta kendisine göre eğitmeye çalıştı. Kendine katabildiklerini alıp eriterek kendi hizmetine koşmasını istedi. Katamadıklarını ise her türlü yozlaştırıcı planlı saldırıyla, fuhuşla uyuşturucuyla kendini, çıkarını göremez, bilinçlenemez, örgütlenemez hale getirmeye çalıştı. Böyle bir özel savaş politikası planlı bir biçimde Kürt gençliğine karşı acımasızca uygulandı. Her türlü psikolojik savaşla gerçekten de tam bir gençlik kırımı, katliamı uygulandı.

Tabii bunların etkileri var. Bunların gençlik psikolojisinde, zihniyetinde, davranışındaki etkileri nelerdir? Sosyolojik, psikolojik, ideolojik olarak incelenmesi gerekiyor. Bir etkileme var, ürkütme, korkutmaya çalışma var. Baskı altına alma, sindirme çabaları var. Bunlar hiç etkide bulunmamıştır dersek doğru olmaz. Fakat bunlara karşı bir de tepkilenme biçiminde karşıt etki var. Büyük bir öfke ve kinin Kürt gençliğinde birikmesi vardır. Bu baskı ve sindirme ve işkenceye karşı Kürt gençliğinde oluşmuş büyük bir kin, öfke, nefret var. Bu gençliği çok daha gözü kara hale getirmiş. Çok daha fazla sınırları aşan, zapt edilemez kılmış. Her türlü tepkiyi gösterebilecek bir durumu yaşıyor.

Tabii böyle bir durumun gelişmesinde komploya karşı direnişin rolü ve etkisi var. Komploya karşı mücadele olmasaydı. Komplocu özel savaş saldırıları gençliği ezerdi, sindirirdi, yozlaştırırdı, yok ederdi. Fakat her türlü komplo saldırısına karşı bir de İmralı direnişi öncülüğünde, gerilla öncülüğünde gelişen halk direnişi olunca gençlik o direnişi de gördü tanıdı. Dolayısıyla hem direnişçi ruhu bilinci öğrendi, duygusunu, düşüncesini, kişiliğini o temelde geliştirdi hem de komplocu güçlerin özel savaş saldırılarını daha iyi tanıdı. Onları daha derinden anlar hale geldi. Dolayısıyla onlara karşı kin, öfke, nefreti bu temelde daha da büyüdü, gelişti, biçim kazandı. Böyle bir yurtsever, devrimci Kürt gençliği vardır. Bir de arada kalan, büyük öfkeyle kinle dolu olan ama onu pratiğe nasıl geçireceğini bilemeyen geniş bir gençlik kesimi de var. Tabii az bir oranda düzene entegre olan, düzenin hizmetine koşulan gençler de var.

Bütün bunlar sonucunda ne denebilir? Aslında bu gerçekleri görerek gençlik çalışmalarını daha bilinçli, planlı ve örgütlü hale getirmek gerekiyor. Gençliğin eğitimine, örgütlenmesine daha fazla önem vermek, yer vermek, onu daha zengin düşüncelerle, örgüt ve eylem biçimleriyle geliştirmek gerekiyor. Bunları görmemiz gerekli. Bu noktada eksiklikler ve hatalar var. Komplocu saldırıların, faşist-soykırımcı özel savaş saldırılarının gençlik üzerindeki etkilerini kırmak, onlara karşı gençliği savunmak, dolayısıyla gençliğin yurtsever, devrimci çizgide eğitilip örgütlenmesini ve özgürlük mücadelesine başta gerilla olmak üzere her alanda öncü düzeyinde katılmasını sağlamak için gerçekten daha planlı, örgütlü, daha sonuç alıcı, yaratıcı tarz ve yöntemle çalışılması, mücadele edilmesi gerekiyor. Bu konuda eksiklikler, yetersizlikler vardır. Gençlik birçok alanda kendi başına kalıyor. Bu darlık, amatörlük yaratıyor. Bazı yerlerde gençliği doğru eğitip örgütlemek yerine onlar üzerinde tahakküm kurma, istedikleri gibi yönlendirme eğilimleri görülüyor.

Diğer yandan gençliğin ruh hali, duygu ve düşünce dünyası, öfkeleri, tepkileri, karakteri, kişilik şekillenmesi, doğru çözümlenmeyince gençlik çalışmalarının hangi yöntemlerle, nasıl yapılması gerektiği de yeterince görülemiyor. Bu tür eksikliklerin mutlaka aşılması lazım. Gençlik üzerindeki komplocu saldırıların etkilerini kırmak, gençliği devrimci-yurtsever çizgide eğitip örgütleyerek mücadeleye çekmek için böyle özel, bilinçli, planlı bir çabaya ihtiyaç var. Gençliğin hem ideolojik duruşu, paylaşımcılığı hem de dinamizmi doğru görülmeli, doğru anlaşılmalıdır. Gençliğin öncü düzeydeki katılımına sahip çıkılmalı, esas alınmalı. Kesinlikle saptırılmamalı.

Gençlik hareketi de kendisini böyle bir çizgide geliştirmeyi bilmeli. Tabii bizim Apocu gençlik olarak ifade edeceğimiz gençlik kesinlikle bu konuları bilen, kendini örgütlü ve bu temelde eylemli kılan gençliktir. Bu anlamda bir duruşu, büyük bir eylemi de var. Cesaret ve fedakârlıkta üzerine yok. Herkesin parmakla gösterdiği bir Kürt gençliği duruşu var. Bütün dünya gençliğine ilham, coşku ve heyecan veriyor, cesaret ve fedakârlık aşılıyor. Bütün bunlar birer gerçek. Fakat Apocu gençlik hareketinin daha bilinçli, örgütlü ve eylemli olması da gerekli. Öfkesini, nefretini, kinini bilinçle, örgütlülükle daha doğru ve etkili mücadeleye sevk edebilmesi lazım. Bunun geliştirilmesinin esas alınması gerekli. Umut ediyoruz bu yönlü gelişmeler olacak. 

Gerçekten de bütün mücadelenin yükünü gençlik taşıdı, taşıyor. Komploya karşı mücadelenin yükünü de gençlik taşıdı. Kürt gençliği aslında Önder Apo öncülüğünde yeni bir toplum, yeni bir ulus, genç, demokratik bir Kürt ulusu ortaya çıkardı. Ruhta, düşüncede, duyguda, yaşamada ve harekette her zaman genç oldu. Önder Apo “Benden daha genci mi var” dedi. Zaten PKK, bir gençlik öncülüğü olarak ortaya çıktı. PKK bir gençlik partisi olarak var oldu ve günümüze kadar geldi. Hem bir kadın partisi hem bir gençlik partisidir. Zaten kadın ve gençlik öncülüğü de bu anlama geliyor. Eskiden işçi sınıfı öncülüğü deniliyordu ve bu “işçi partisi” olarak ifade ediliyordu. Şimdi kadın ve gençlik öncülüğü diyorsak kadın ve gençlik partisi olma anlamına geliyor. Gençlik duruşunu bu düzeye yükseltmemiz lazım.

Kuşkusuz ağır zorluklarla karşılaşan, büyük bir yükü taşıyan bir gençlik var. Faşist-soykırımcı zihniyet ve siyasete karşı savaşan bir gençlik, dünya gericiliğine karşı savaşan bir gençlik, her gün şehitler veren bir gençlik var. Bu anlamda öfkesi, tepkisi çok, cesaret ve fedakârlığı çok yüksek. Bu konuda önemli bir bilinçlenmesi de var. Ama örgütlenme ve eylem tarzında daha çok eğitilmesi, gelişmesi, daha yaratıcı olması, öncülük görevlerini daha doğru yol ve yöntemlerle başarılı bir biçimde yerine getirmesi gerekiyor. 24 yıldır komploya karşı direnişe öncülük etti, büyük güç kattı. Apocu gençlik bunu 25’inci yılda çok daha güçlü bir biçimde yapacak. Biz buna inanıyoruz.

Soru-10) Günümüze gelindiğinde, 25 yıllık komplo ile mücadelenin açığa çıkardığı nasıl bir Kürdistan gerçekliği vardır? Uluslararası sistemde nasıl bir değişim yaşandı? İçinde bulunduğunuz konjonktür de bu güçlerin durumu ve İmralı soykırım sisteminde Önder Apo’ya yönelik saldırılar arasında nasıl bir bağlantı vardır?

Uluslararası komplo Önder Apo’yu imha ederek, ona dayalı bir biçimde PKK’yi tasfiye ederek Kürt soykırımını tamamlamak istiyordu. Kürdistan’da artık Kürt kalmayacaktı. Türkleşme, Araplaşma, Farslaşma gelişecek ve hâkim hale gelecekti. Herhangi bir Kürt düşüncesi, iradesi, örgütlülüğü ve mücadelesi söz konusu olmayacaktı. Kürt halkı yok edilmiş, Kürdistan tarihten silinmiş olacaktı. Komplonun hedefi kesinlikle buydu.

24’üncü yılın sonunda Kürdistan’a baktığımızda ne görüyorsak, komploya karşı mücadeleyle yaratılanların da onlar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Buradan bakarsak komplonun tümden yenilmiş, boşa çıkartılmış, başarısız kılınmış olduğunu insan rahatlıkla söyleyebilir. Bırakalım Kürt halkının yok edilmesini, şimdi Ortadoğu’da ve bütün dünyada halklara, insanlığa öncülük eden bir Kürt halkı var. Tüm gençliğe ve kadınlara öncülük eden bir Kürt gençliği ve kadını var. Bunu herkes görüyor, kabul ediyor. Başlangıçta PKK ile savaşması için oluşturulan Güney Kürdistan’daki durum çok daha kökleşmiş durumda. Her ne kadar mevcut yönetime hâkim olan güçler başlangıçtaki işbirlikçiliklerini ve ihanetlerini olduğu gibi sürdürüyorlarsa da toplum bundan ayrıdır.

Bunun yanında bir de Rojava Kürdistan ve Kuzey Doğu Suriye var. İkinci bir Kürt statüsü olarak 2012’den bu yana on yıla aşkın bir süredir var oldu ve gelişme gösterdi. Kuzey Kürdistan’daki mücadele her türlü faşist-sömürgeci-soykırımcı imha saldırısına karşı gençlerin ve kadınların öncülüğünde, Kürt analarının öncülüğünde yiğitçe ve kahramanca sürüyor. İşte Rojhilat Kürdistan’ında durum ortada.  İran rejimine karşı genç Kürt kadını Jîna Emini’nin katledilmesi ardından gelişen bir serhildan durumu var ki bu bütün İran’a ve oradan dünyaya yayıldı. Bütün Kürt ve İran kadınlarına yayıldığı gibi dünya kadınlarına yayıldı. Herkes Doğu Kürdistan kadınlarının, İran kadınlarının ve İran halklarının özgürlüğü için sokaklara çıkıyor, meydanları dolduruyor, sloganlar atıyor.

Doğu Kürdistan’daki serhildanla birlikte Kürt kadınının sihirli sloganı “Jin Jiyan Azadî” bütün dünya kadınlarının eylem sloganı, özgürlük isteyen bütün insanların, halkların öncü sloganı haline gelmiş bulunuyor. Şimdi Kürdistan’daki durum böyle. Kürt gerçekliği bu durumda.

Mevcut iktidar ve devlet sistemi ve kapitalist modernite düzeni çerçevesinde Kürt sorunu çözüme kavuşmuş mu? Hayır. Öyle bir çözüm yoktur. Ama Kürt halkının bilinçlenmesi, örgütlenmesi, kendi kendini yönetir hale gelmesi, bu temelde diğer halklarla, insanlıkla ilişki kurması, halklar ailesinin bir üyesi haline gelmesi yönünde bir gelişme var mı? Evet, hem de en başat düzeyde var.

Küresel kapitalist modernite sisteminin statü kazandırdığı, çözümlediği bir Kürdistan durumu yok ama Kürt’e soykırım dayatan zihniyet ve siyasete karşı, küresel kapitalist sisteme karşı mücadele eden ve böyle bir mücadele içerisinde kendisini eğitip örgütleyen ve kendi kendini yönetir hale gelen bir Kürt halkı var. Dört parça Kürdistan’da ve dünyanın dört bir yanına savrulmuş olarak bu halk yaşıyor. Yine böyle bir Kürt kadını ve genci var. Bunlar günümüzün çarpıcı olan açık gerçekleridir.

Küresel kapitalist sistem nezdinde Kürt sorunu çözülmemiş, bu sistem Kürt soykırım zihniyetinden ve siyasetinden vazgeçmemiş ama Kürtler kadınıyla, genciyle, emekçisiyle artık bilinçlenmiş, örgütlenmiş, eyleme kalkmış. Diğer halkları, gençleri, emekçileri bilinçlendirip kendi yanına çekiyor ve bu küresel soykırım sistemine karşı özgürlük mücadelesini her alanda, yüksek bir tempoda gerçekleştiriyor. Soykırımcı zihniyet ve siyasete karşı küresel bir özgürlük savaşı yürütüyor. Esas olan, gerçekleşen budur. Bu da az bir gelişme, zayıf bir durum değil. Çok anlamlı ve önemli bir gelişmedir. Kapitalist sistemin tanıyıp tanımamasının bir önemi yok. Önemli olan halkın kendi kendisini örgütleyip yaşatır ve yönetir hale gelmesidir ki Kürtler bu konuda günümüzün en bilinçli, örgütlü halkı konumundalar. Öncü halk konumuna geldiler. Soykırımla yok edilmek istenen halk, öncü halk konumuna geldi.

24 yıl önce komplonun imha ve tasfiye saldırısıyla Önder Apo’yu imha ederek soykırıma uğratıp yok etmek istediği Kürt halkı şimdi bütün halklara öncülük eden bir özgürlük gücü haline gelmiş durumda. Bundan daha büyük anlamlı ve önemli bir gelişme olamaz.

Uluslararası sistem ve konjonktürel durum açısından değerlendirildiğinde 24 yıl öncesiyle günümüz arasındaki farklılıklar tıpkı Kürdistan’da olduğu gibi yine çarpıcıdır. Bu da oldukça büyük önem taşıyor. Komplo başladığında ABD etkinliği çok fazlaydı. Aslında ABD, Ortadoğu’daki denetimine dayanarak Balkanlar’da, Kafkasya’da, Asya, Afrika ve Latin Amerika’da Sovyetler Birliği’ne dayalı olarak ortaya çıkmış gelişmeleri büyük ölçüde tasfiye etmişti. Bir kısmını etkisiz hale getirirken bir kısmını da kendine bağlamıştı. Üçüncü Dünya Savaşı’nda ya da “Yeni Dünya Düzeni” dediği stratejik çizgisinde yeni bir hamleyi, ikinci bir hamleyi yapmak istiyordu ki Önder Apo’ya saldırı böyle bir ABD stratejik hamlesinin ilk örneği olarak gelişti. Bu ikinci saldırı dalgası başta Önder Apo’yu hedefledi. Çünkü en büyük tehlike olarak Önder Apo’yu gördü. Önder Apo’nun mücadele ettiği koşullarda Irak’a, Afganistan’a, Ortadoğu’ya daha derin bir askeri saldırı yapma gücünü geliştiremedi. Böyle bir saldırıdan korkar oldu. Onun için de söz konusu saldırıları geliştirebilmek için Önder Apo’nun imhasını öngören uluslararası komplo saldırısını planlayıp pratikleşmeye yöneldi.

Ardından 11 Eylül İkiz Kule saldırısının yarattığı ortama dayanarak önce Afganistan Savaşı’nı başlattı. Bir kısmını işgal etti. 2003’te de Bağdat çevresinde kalan Saddam Hüseyin Yönetimi’ne saldırarak düşürdü. Bağdat’ı ele geçirdi. Böylece tüm Irak’ı işgal etmiş oldu. Buna dayanarak da Ortadoğu bölgesindeki diğer karşıt siyasi güçlere dönük müdahaleler yapma imkânı bulmuş oldu. Afganistan’a dayanarak da Asya’ya, Güney Asya’ya dönük siyasi karşıtlarına yönelik müdahaleler yapma imkânı bulmuş oldu.

Bütün bunlar küresel kapitalist modernite sisteminde ABD öncülüğünün ve etkinliğinin ileri düzeyde gelişmiş olduğunu gösteriyor. Bunu böyle görmemiz lazım. Fakat bu ikinci hamlenin ortalarına, sonlarına kadar böyle sürdü. Gittikçe ABD bu etkinliğini ve konumunu kaybetmeye başladı. Yaşananlar ortadadır; 2010-2011’den itibaren “Arap Baharı” denen bir kitlesel ayaklanma süreci gelişti ki ABD’nin Arabistan’da, Kuzey Afrika’da kurmak istediği egemenliğe ciddi bir darbe vurdu. Büyük bir dalgalanma ve hareketlilik ortaya çıktı. Öyle ki bir askeri darbe yapmazsa Mısır’daki egemenliğini bile kaybedecekti. Nitekim kaybetmişti de. Sonunda askeri darbeyle ancak Mısır’da tutunabildi.

Irak’ta yarattığı sistemin sonuçları ortadadır. Her türlü kriz yaşanıyor. Aslında bir Irak devleti ve yönetimi var mı, yok mu bu bile tartışmalı bir konu. DAİŞ ve El-Kaide gibi güçler çıktı. Aslında bunlara karşı Kürt direnişi olmasaydı bu güçler Ortadoğu ve insanlık için daha büyük bir bela haline gelebilecekti.

En son Afganistan’daki durum ortada. Afganistan’ı denetim altına alıp Güney Asya’da üs kurmak isteyen ABD, sonunda Afganistan’dan kaçmak zorunda kaldı. Taliban’la kendi işbirlikçilerini tanıma konusunda sözde anlaşmışlardı ama ABD çekilme adı altında kaçmaya yönelince Taliban tüm Afganistan’ı ele geçirdi. 2001 Güzünden itibaren ABD’nin başlattığı ve yirmi yıl sürdürdüğü Afganistan savaşı, ABD’nin kaçışıyla sonuçlandı. Taliban’ı yıkmak isterken Taliban tümüyle Afganistan’a hâkim oldu. ABD’yle bir biçimde ilişkisi olabilir. Zaten eskiden Taliban hareketini ABD ortaya çıkartmış, saldırtmıştı ama önemli olan bu değil, önemli olan ABD’nin Taliban’dan Afganistan’ı almak isterken sonunda Afganistan’ı Taliban’a terk ederek kaçmasıdır.

Irak’ta Saddam Hüseyin etkisini kıran, dolayısıyla Irak’ı İran’a ve Suriye’ye karşı mücadele üssü haline getirmek isteyen ABD, sonunda kendi güçleriyle Hewlêr’e, Güney Kürdistan’a sığınmak durumunda kaldı. Bütün bunların sonucu da 24 Şubat’tan bu yana devam eden Ukrayna Savaşı’dır. ABD bütün bu çıkmazını Ukrayna Savaşı’yla gidermeye çalıştı. NATO’yu yeniden canlandırmak, Avrupa üzerinden Ukrayna Savaşı’na dayanarak etkinlik kurmaya çalıştı. Rusya’ya karşı açtığı savaşla böyle bir konum güçlendirmesi yaratmak istiyor.

Çin ile çelişkilerini Pasifikte bir ittifak geliştirerek sürdürmeye çalışıyor. Ortadoğu’da ciddi bir şey kuramadı. Her şeyi daha karmaşık, çelişkili ve çatışmalı hale getirdi. Bu kadar katliama, ölüme yol açtı. Şimdi bazı enerji kaynaklarına sahip olmak için Suudi Arabistan’a yalvarıyor. Biraz varlık gösterebilmek için Mısır ile anlaşıyor. El altından İran ile anlaşmaya çalışıyor. İsrail’e dayanmak istiyor. ABD’nin, Batı’nın Ortadoğu’da ki dayanağı Türkiye ve İran’dı. Yeşil kuşak projesi bunlar üzerineydi.

Şimdi ABD öncülüğündeki Batı’nın Türkiye ve İran’daki durumu, Ortadoğu’daki durumu ortada. Ukrayna Savaşı da aslında bir Felaket Savaşı oluyor. Şimdi ora üzerinden bütün insanlık nükleer savaş tehlikesiyle tehdit ediliyor. Rusya’daki Putin Yönetimi bu tehdidi açıkça yapıyor. ABD bu tehdide dayanarak birçok gücü kendi etrafında tutmaya çalışıyor. Tıpkı Saddam’ın Kuveyt’e saldırısından yararlanarak Ortadoğu’ya dönük askeri müdahale gerçekleştirmesi gibi, Putin Yönetimi’nin Ukrayna’ya saldırısından da Avrupa’daki etkinliğini geliştirmek için yararlanmaya çalışıyor.

Aslında Putin Yönetimi Ukrayna’da başarılı olamadı. Zelenski Yönetimini etkisiz kılacak ve Kiev’i düşürecekti ama başaramadı. Şimdi sınırdaki bazı yerleri ilhak etmeye çalışıyor. Ona karşı da büyük tepkiler var. Ağır hasar da gördü, kayıplar da verdi. Tehdidi biraz oradan ileri geliyor. Ama şunu görmemiz lazım: 24 yıl önce ABD bütün dünyada daha etkili ve prestijliydi.

Tabii şimdi dünya daha karmaşık. Üçüncü Dünya Savaş’ı siyasi ve askeri boyut anlamıyla Ukrayna Savaşı’yla yeni bir boyut kazandı. Savaş yürütülen diğer alanlarda Afganistan’dan Irak’a, Ortadoğu’da herhangi bir sonuç, sistem ortaya çıkartılamadı. Bu son derece net ve açık bir durum.

Bütün bunlar neyi gösteriyor? Birincisi ABD yeni düzeniyle dünyaya hâkim olacaktı. Bırakın Yeni dünya düzenini, düzensizlik, çelişki, çatışma ve istikrarsızlık yarattı. İkinci olarak da güya her tarafa demokrasi getirecekti, şimdi her tarafın diktatör olduğunu kendisini söylüyor. Üçüncü olarak da istikrar sağlayacaktı ama çatışma düzeyini Ukrayna Savaşı’na kadar vardırdı. Neredeyse Rusya ve Avrupa’yı savaşır konuma getirdi.

ABD’nin dünyadaki öncülüğü bu biçimde pekişti mi? Hayır. Rusya ve Çin’in durumu ortada. Böyle tek kutuplu bir dünya yoktur. Bunu yaratamadı, yaratamaz da. Dahası dıştan bakınca sanki Rusya’ya karşı Avrupa, ABD etkinliğine girmiş gibi görünüyor ama aslında Avrupa, ABD ile küresel kapitalist modernite sisteminin liderliğini paylaşmaya yöneliyor. Almanya’nın son girişimleri böyledir. Alman Dışişleri Bakanı’nın açıklamaları tamamen bu çerçevededir. ABD’ye ortak liderlik öneriyor. Değil Rusya, Çin, Almanya bile ABD’den liderliği almaya, sistem liderliğini paylaşmaya yönelmiş durumda.

Ukrayna Savaşı’yla birlikte ortaya çıkan durum ne? Çelişki ve çatışmaların daha çok artacağıdır. Küresel kapitalist modernite sisteminin iç çelişki ve çatışmaları daha çok yoğunlaşıyor. Sistemin Üçüncü Dünya Savaşı’nı sona erdirme, bunalımı, krizi aşma yönünde herhangi bir sonuç yaratma konumu kesinlikle gözükmüyor. Dahası dünyada daha çok militaristleşme, silahlanma yarışı söz konusu. Almanya’nın liderlik yarışı aslında silahlanma yarışı olarak ortaya çıkıyor. Dikkat etmek lazım. Almanya tehlikeli yönelimler içerisine yeniden girebilir. Yeni bir güvenlik stratejisi oluşturduklarından, silahlanma süreci başlattıklarından Amerika ile yük paylaşmak istediğinden söz ediyor ki bunları gerçekleştirirse Almanya’nın yarattığı gücü kime karşı kullanacağı belli olmaz.

Hani ABD öncülüğü istikrar yaratacaktı, demokrasiyi geliştirecekti. ABD öncülüğü Ortadoğu’ya müdahale ederken, Körfez Savaşı’na girerken, Saddam ile savaşırken iddiası buydu. Şimdi ortaya çıkan bunların tam tersidir. Silahlanma yarışı, militaristleşme, çelişki ve çatışmalı durumun artması, nükleer savaş tehdidi 24 yıl öncesine göre şimdi çok daha fazladır.

 Aslında dünya giderek daha tehlikeli bir siyasi askeri durum içerisine sokulmuştur. Ekonomik kriz, iklim bozulması durumu da öyledir. Çeşitli hastalıklar, korona virüs yine bunun göstergesidir. Sistemin kanserleşme durumu derinleşerek devam ediyor. Buna birçok çevre de öncülük ediyor. Örneğin Almanya gibi bazı güçler Rusya saldırısına karşı demokratikleşmeyi daha çok geliştirerek diktatörlüğü yıkmamız gerekir diyeceği yerde “daha çok militaristleşerek, daha çok silah üreterek, ordu büyüterek güvenliğimizi sağlamalıyız” diyor. Bu daha tehlikeli savaş hazırlığı anlamına geliyor.

Aslında var olan demokrasi kırıntıları da atılarak bütün dünya Rusya’daki gibi bir diktatörlük pozisyonuna girecek. Rusya’daki diktatörlüğe karşı çıkıyoruz derken kendilerinin diktatörleşme süreçleri gelişebilir. Nitekim bu politikaların sonuçları ortada. İtalya’da aşırı sağcılar kazandı, yine İsveç’te sağcılar kazandı. İsveç demokrasinin kalesiydi. Avrupa’nın her tarafında aşırı sağcı, yabancı düşmanı denen faşistler hemen hemen her yerde etkili siyasi hareket durumuna gelmiş. Giderek Hitlerleşme yönünde gelişmeler de yaşanabilir.

Bunların Kürt sorununun çözümüyle bağı var mıdır? Evet, kesinlikle vardır. Önder Apo’nun, İmralı işkence ve tecrit sisteminde tutulmasıyla bağı var mı? Evet var. Bu bağı görmek lazım. Şöyle diyebiliriz: Roma’ya gittiğinde Önder Apo’nun öngördüğü 8 maddelik programla Kürt sorununun demokratik çözümü gerçekleşseydi. Türkiye, Irak, Suriye, İran kesinlikle şimdiki gibi olmayacaktı. Kürdistan özgürlük ve demokrasi kalesi, istikrar kalesi haline gelerek bu alanları da demokratikleştirecekti. Bunun sonucunda demokratik Ortadoğu konfederalizmine gidilebilecekti. Filistin-İsrail sorunu bile bu temelde çözülebilirdi. İsrail’in güvenliği böyle bir Ortadoğu demokratik konfederalizmiyle kesinlikle sağlanabilirdi. Dolayısıyla Ortadoğu böyle bir çıkmaz, çelişki ve çatışma alanı olmaktan çıkabilirdi.

Tabii böyle bir durumda Ukrayna Savaşı olmazdı. Ukrayna Savaşı’na gerek kalmazdı. Avrupa’nın Rusya’dan bu kadar korkmasına gerek olmazdı. Rusya’nın yeni topraklar ilhak etmek için Çarlık Döneminde olduğu gibi ilhak saldırılarına yönelmesine gerek kalmazdı. Dünya parasının, insanlığın ortaya çıkardığı maddi gücün, insanlığı daha çok öldürmek için silaha yatırılmasına, dolayısıyla militaristleşmeye gerek kalmazdı. Eğilim giderek demokratikleşmekten yana olurdu. Demokratik bir dünya sistemi kurulabilirdi. İktidar ve devlet sistemleri halk demokrasileri tarafından denetlenen, kontrol edilen bir duruma gelebilirdi. Ama şimdi bunların hiçbirisi yoktur. Tam tersi geçerlidir. Neden? Çünkü Kürt sorunu çözümlenmedi, Kürdistan’a dönük soykırımcı işgal saldırıları TC. Devleti ve benzerleri tarafından NATO’nun, küresel kapitalist modernite sisteminin her türlü desteğiyle sürüyor. Önder Apo, İmralı işkence ve tecrit sistemi altında tutuluyor. Bu durum, işkence ve tecrit durumu aynı zamanda günbegün ağırlaştırılıyor. ABD’nin Afganistan ve Irak’a saldırısı 9 Ekim komplosunu gerçekleştiren planla oldu. 15 Şubat komplosu temelinde yapılan anlaşmayla oldu. Bunlar birbirine o kadar bağlıydı. Şimdi de İmralı’daki işkence ve tecrit sisteminin durumu aslında Türkiye’deki her türlü faşist baskı ve terörün, işkencenin kaynağı olduğu gibi dünyada bu düzeyde gelişen çelişkili ve çatışmalı durumun da en önemli ve birinci nedenlerinden biridir.

Soru-11) Komplo ve komploya karşı mücadele sürecinde binlerce şehit verildi. Bu şehitler gerçeği nasıl ele alınmalı? Şehitler gerçekliği ışığında 25. mücadele yılında uluslararası komploya karşı nasıl bir mücadele geliştirilecek.

Uluslararası komplo’ya karşı geçen 24 yıllık mücadele içerisinde 20 binden fazla şehit verdik. Kürdistan Özgürlük Hareketi ve Kürt halkı olarak geçen yılların hepsinde neredeyse bin civarında şehidimiz oldu. Bunu Bakur’da, Başûr’da, Rojhilat’ta ve Rojava’da verdik. Dört parça Kürdistan’da ve yurtdışında bu mücadelede şehitlerimiz oldu.

9 Ekim 1998 komplosunun ilk şehitleri Halit Oral ve Aynur Artan yoldaşlardır. Cezaevinde komplo gerçeğini hissederek “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla fedai direnişini başlattılar. Bu direniş bütün cezaevlerine yayıldı. Dış alanlara yayıldı. Dört parça Kürdistan ve yurtdışında sürdü. Gerilla kahramanlık çizgisinde savaş yürüttü. Kürt halkı, Kürt gençliği, kadınları uluslararası komplo saldırısına karşı yiğitçe direndi. Önder Apo’yu sahiplenme ve savunma mücadelesi yürüttüler. Gerçekten gençlik örgütü YCK bu sürece yiğitçe öncülük etti. 15 Şubat komplosuna karşı her alanda başta Bakur Kürdistan’ı ve Avrupa olmak üzere dört parça Kürdistan’da ve dünyanın dört bir yanında bir ayaklanma düzeyi gelişti. Avrupa’da birçok uluslararası kurum ve kuruluş işgal edildi. Komplodan sorumlu olan İsrail Yönetimi göstericilere elçilik düzeyinde ateş ederek Almanya’da dört Kürt yurtseverinin şehit düşmesine yol açtı. Kuzey Kürdistan’da ve Türkiye’de tam bir ayaklanma durum yaşandı. Gerilla ayağa kalktı. Yüzlerce şehit verme pahasına gerilla ve halk direnişi çok önemli bir zirve yaptı. Öyle ki komployu örgütleyen, planlayan ve yürüten ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright bunlar karşısında “Tepki bekliyorduk ama bu kadarını da beklemiyorduk” diyerek 15 Şubat komplosuna karşı Kürt halkının ve gerillasının geliştirdiği mücadelenin büyüklüğünü ve etkinliğini itiraf etme durumunda kaldı.

Daha sonraki süreçte de dönem dönem yoğunlaşarak, dönem dönem ise azalarak şehitler verme durumu devam etti. Özellikle 1 Haziran 2004’ten itibaren Bakur’da gelişen savaş içerisinde, daha çok da 1 Haziran 2010’daki Devrimci Halk Savaşı sürecinde büyük şehitler verildi. DAİŞ’e ve TC. işgaline karşı Rojava Kürdistan’da yürütülen mücadelede on binden fazla şehit verildi. Medya Savunma Alanlarında, Rojhilat’ta, Başûr’da binlerce şehit verildi. Dolayısıyla geçen 24 yılın komploya karşı tarihi direnişinin gerçekten 20 bini bulan kahraman şehidi var. Her biri gerçek anlamda bir kahraman. Kürt halkının yiğit genç kadınları ve erkekleri, her biri yaşam dolu birer özgürlük savaşçısıydı. Bunların hepsini “Güneşimizi Karartamazsınız” fedai direnişini başlatan Hailt Oral ve Aynur Artan yoldaşlar şahsında bir kere daha saygı, sevgi ve minnetle anıyorum. Amaçlarını başarma ve anılarını başarma sözümüzü bir kere daha burada yineliyorum.

Fakat şu bilinmeli: Önder Apo’ya yönelen saldırılara karşı mücadeleyi, onun tarzını şehit Zilan başlattı ve ortaya çıkarttı. “Önder Apo’ya uzanan eller kırılacaktır” dedi ve bu temelde büyük bir başarıyla zafer çizgisini ifade eden fedai eylemini gerçekleştirdi. Önder Apo’yu sahiplenme ve savunmayı içeren bir mücadele tarzı, direnme tarzı yarattı. Buna “Zilan Tarzı” diyoruz. Fedai çizgisi olarak tanımlıyoruz. Önder Apo’nun Zilanca sahiplenilmesi ve savunulması gerçeğini belirtiyoruz.

Aslında uluslararası komploya karşı “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla gelişen fedai direniş de Önder Apo’yu Zilanca sahiplenme ve savunma direnişiydi. Hepsi fedai çizgisinde sürdü ve Zilanca yürütüldü. Zilan çizgisi uluslararası komploya karşı mücadelenin her alanına hâkim oldu. Bütün şehitlerimiz Zilan çizgisinde direnerek, savaşarak şehit düştüler. Delaller, Saralar, Rojinler, Şilanlar, Viyanlar, Nudalar, yine Reşitler, Azadlar, Adıllar böyle bir çizginin başarıyla uygulayan militanları olarak savaştılar ve o çizginin şehitleri oldular. Zınar Raperinler Zilan çizgisinin en başarılı uygulayıcısı olarak ortaya çıktı ve günümüzde en son 26 Eylül günü Mersin’de polis evine baskı düzenleyen Sara ve Ruken yoldaşlar da bu çizgide yeni bir zirve yaptı. 30 Haziran 1996 tarihinde Şehit Zilan yoldaşın başlattığı Önder Apo’yu fedai çizgisinde sahiplenme ve savunma direnişi 26 Eylül 2022’de Mersin’de Sara ve Ruken yoldaşlar tarafından zirveye taşındı.

O halde uluslararası komploya karşı direnişin çizgisi belirgindir, nettir, açıktır. Bunu hiç kimse bulandıramaz, muğlaklaştıramaz. Yine hiç kimse görmezden gelemez. Bu çizgi Zilan, Zınar, Sara ve Ruken fedai çizgisidir. Uluslararası komploya karşı mücadelenin öncülüğünü bu yoldaşlar yapıyor. Fedai çizgisini bu eylemler belirliyor. Diğer eylemlerin, mücadelenin hepsi bu çizginin yönetiminde gerçekleşen eylemler oluyor. Diğer şehitlerimizin hepsi bu fedai militan çizgiyi, Zilan, Zınar, Sara ve Ruken komutan çizgisini uygulamayı ifade ediyor.

O halde uluslararası komploya karşı 25’inci yılda nasıl mücadele edeceğimiz de bu anlamda netleşmiş bulunuyor. Aslında komplonun 25’inci yıla girişine en iyi cevabı Sara ve Ruken yoldaşlar Mersin’deki eylemle verdi. 25’inci yıl mücadelesinin fedai çizgisini ortaya çıkardılar. Uluslararası komplonun 24’üncü yıldönümünü bir polis evini imha etme temelinde faşist soykırımcı çetelere ağır darbeler vurarak karşıladılar.

Demek ki 25’inci mücadele yılında da çizgi böyle bir fedai çizgisi olacak. Dikkat edilirse her alanda süren mücadele bu temelde gelişiyor. Zap, Avaşin, Metina alanındaki büyük gerilla direnişi, yine Xakurkê’den Heftanin’e, Botan’dan Amed’e, Mardin’den Serhat’a kadar süren direnişler söz konusu fedai çizgisinde gelişen direnişlerdir. Bunların hepsi de uluslararası komplo saldırısına karşı gelişen mücadelelerdir. Uluslararası komplo saldırganlığını ortaya çıkartan sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyasete karşı Kürt varlık ve özgürlüğünü sağlama direnişleri ve mücadeleleridir.

Bugün kahraman gerilla güçlerimiz, HPG ve YJA-Star’ın kahraman komutan ve savaşçı gücü öncülüğünde bu özgürlük savaşı Medya Savunma Alanlarında; Zapta, Avaşin’de, Metina’da, Xakurkê’de, Heftanin’de tam bir kahramanlık çizgisinde yürütülüyor. Her gün bu alanlarda verilen direnişler var. Düşmana ağır darbeler vuruluyor. Tabii bu mücadelenin kahraman şehitleri oluyor. Yine Bakur’ê Kürdistan’ın birçok alanında bunlar yaşanıyor. Amed’de en son 20 Eylül’de Diren Van ve arkadaşlarının kahramanca direnişi ve şehadeti yaşandı.

Gerilla bu direnişi Zilan ve Zınar fedai çizgisinde başta Zap, Avaşin, Metina, Xakurk’ê olmak üzere Medya Savunma Alanlarında ve tüm Kuzey Kürdistan’da öncü düzeyinde geliştiriyor. Türkiye’nin, Kürdistan’ın metropol kentlerinde HBDH milislerinin, YPS ve YPS-JIN savaşçılarının kahramanca eylemleri ortaya çıkıyor. Düşmana ağır darbeler vuran eylemler gelişiyor. Bu eylemlerimiz 25’inci yılda zafer çizgisinde sürecek. Aslında uluslararası komplo saldırısını yürüten sömürgeci-soykırımcı sistemi, 25’inci yıl mücadelemiz çökertecek. Gerilla direnişiyle, halk direnişiyle bunu gerçekleştireceğiz. Kahraman gerilla öncülüğünde her alanda Kürt halkı, kadınları, gençleri ayakta. Yemiyorlar, içmiyorlar, uyumuyorlar, yorulmuyorlar, özgürlük ve demokrasi için sürekli eylem halinde bulunuyorlar.

Rojava Kürdistan halkımız, Kuzey Doğu Suriye Halkları hem askeri boyutta hem kitlesel boyutta sürekli direniş halindedir. Faşist-soykırımcı düşmana, onun yürüttüğü uluslararası komplo saldırısına her gün darbe üzerine darbe vuruyorlar. Bu direniş Bakur’da ve Başûr’da sürüyor.

Günümüzde Rojhilat daha çok öne çıkmış bulunuyor. Bu bakımdan İran’ın mücadeleye açılması önemlidir. Aslında Ortadoğu’nun en önemli mücadele alanlarından birisidir. Bunu herkes biliyor. Doğu Kürdistan ve İran’da özgürlük mücadelesinin zayıf kalması Ortadoğu’da sorunlar yaratıyordu. Mücadelenin yerli yerine oturmasını engelliyordu. Şimdi Jîna Emini katliamını protesto için başlatılan “Jin Jiyan Azadî” serhildanı gerçekten de bütün Rojhilat Kürdistan’ı ve İran’ı kapsadı. Her yere yayıldı. Bütün Ortadoğu’ya ve dünyanın dört bir yanına yayıldı. Tam bir kadın ve halk serhildanı olarak sürüyor. Özgürlük talep eden halkın ve kadınların gerçek durumunu ifade ediyor. Böylece dört parça Kürdistan ve yurtdışındaki halkımız ve dostlarımız ayakta.

Uluslararası komplonun 24’üncü yıldönümünü böyle bütünlüklü bir gerilla ve halk direnişiyle karşılıyoruz. Her gün komployu lanetleyen, komploculara öldürücü darbeler vuran direniş eylemlerimiz gelişiyor. Bu 25’inci yıl boyunca hep böyle sürecek. 25’inci yıl komploya karşı direnişin yaygınlık, kapsam ve derinlik bakımından zirve yaptığı bir yıl olacak. 25’inci yılda komployu sürdürmek isteyen, komployu başarıya götürme yükü omuzuna yüklenmiş olan, onun için gırtlağına kadar elini Kürt kanına bulamış bulunan Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli faşist diktatörlüğünün yıkıldığı yıl olacak.

25’inci mücadele yılında uluslararası komployu sürdürmekte olan AKP-MHP faşizmini yıkacağız. Türkiye’de demokratik devrimi gerçekleştirecek, demokratik değişim ve dönüşümün önünü açacağız. Bütün Ortadoğu’nun önü bu biçimde açılacak. Önderliksel çıkışın 50’nci yıl mücadelesi bunun zeminini güçlü bir biçimde hazırladı. Komploya karşı mücadele hamlemizle bu zemini değerlendirerek zaferi sağlayacak bir mücadeleyi ortaya çıkartacağız.

Bunlar temelinde ben bir kere daha İmralı direnişini ve Önder Apo’yu saygıyla selamlıyorum. Uluslararası komploya karşı 24 yıllık mücadelenin kahraman şehitlerini saygı ve minnetle anıyorum. 24 yıl boyunca uluslararası komploya geçit vermeyen, komploya darbe üzerine darbe vurarak özgürlük çığlıklarını sürekli canlı tutan halkımızı, Kürt kadınlarını ve gençlerini, yine tüm Kürt dostlarını selamlıyorum. Herkesi uluslararası komploya karşı 25’inci yıl mücadelesini Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü temelinde Dem Dema Azadiyê ye hamlemizi zafere ulaştırmak üzere bulunduğu yerde yeni ve yaratıcı yöntemlerle çok daha güçlü ve yaygın geliştirmeye çağırıyorum.

25’inci Yılda Uluslararası Komplo Kesin Yenilecek, Önder Apo’nun Fiziki Özgürlüğü Sağlanacak, Kürdistan Özgür Türkiye ve Ortadoğu Demokratikleşecek, İnsanlık DAİŞ’e ve El-Kaide’ye Öncülük Yapan AKP-MHP Faşist Zihniyetinden Ve Siyasetinden Kurtulacaktır. Bir Kere Daha Herkesi Bunları Gerçekleştirmeye Çağırıyor, 25’inci Yıl Mücadelesinde Üstün Başarılar Diliyorum.